Tarih hiçbir şekilde ilim değildir
Röportaj: Ahmet Can
Fotoğraflar: Fahreddin Dede
Tarih filozofu, hattat ve müzehhib Prof. Dr. Şahin Uçar’la hakikat başta olmak üzere anlambilim, çağdaş medeniyetin bunalımı, günümüz münevverlerinin ruhsal durumu ve daha birçok konuyu konuştuk. Uçar, günümüzde bilgiyi “durum entellektüeli” olarak kullanan çakma aydınlara sert eleştiriler getiriyor. Uzun süre gündemi meşgul edecek olan bu mülakat aynı zamanda bir vesika olma makamındadır... İşte o vesika...
Tarih ve hakikati nasıl anlamalıyız?
Tarih ve hakikat gibi kelimelere bir anlam vermeye kalkıştığınız zaman, aslında bütün dünyayı da anlamlandırmaya çalışırsınız. Bunun farkındayız ya da değiliz. Bana göre, tarih de hakikat de, insanın kendi ruhunu dünyaya yansıttığı pencereden görülen bir şeydir. Bilindik bir sözle ifade etmek gerekirse ‘Bütün anlam bir bakış açısından ibarettir.’
Yani bakış açısına göre tarih ve hakikat farklı algılanabilir…
Evet. Tarih ve hakikatin münasebetine gelince, ben tarih kelimesini eski İbranice kökünde olduğu gibi anlamayı tercih ediyorum. Tarih kelimesi kameri görmek kökünden, yani “verrehe”den gelir. Müverrih bu kameri takvime göre hadiseleri kaydeden kişidir. Tarih hadiselerin, olup bitenlerin, bir takvime göre kaydedilmesidir. “Tarihlendirilmesi”dir. Bir yerde daha söylemiştim “takvîm-i vekayi”, yani vukuatın kronolojik kaydı diye… Fakat olup biten hadiseler bu kainatta oluyor. Varlığın içinde oluyor ve böyle kelime anlamıyla ifade ettiğiniz zaman, kainatın yaradılışından bugüne kadar olan her şeyin tarihi, yani varlığın kendisine dönüşüyor tarih…
Peki gelecek… O nerede duruyor?
Gelecek meselesi de var elbette. Tabii kainat insan bilgisinin sınırlarını aşacak ölçüdedir… Metafizik bir yoruma girmek gerekiyor burada ve bu bile başlı başına bir mülakat konusu…
Hakikat bilinebilir bir şey midir?
Şöyle: Tarih hakikati araştırmanın yollarından biridir. Hakikati biz muhtelif metotlar ile araştırıyoruz. Bilim bu kainat kitabını okuma gayreti… Maddi dünyayı araştırmak yani… Sanat bir yoldur ve felsefe de bir başka yoldur. Akıl yürütme yoluyla hakikati anlamaya çalışmak… Sûfilerin de kendilerine göre marifet-i nefsten hareket eden yolları vardır. Doğu mistiklerinde olsun batı mistiklerinde olsun hakikati kendi iç alemlerindeki mikrokosmozdan hareketle tanımaya çalışmak gibi. Bunların hepsini cem eden hikmet arayışı ise tarih felsefesidir. Yani farklı disiplinlerin farklı metotları var hakikati araştırma yolunda…
BÜTÜN MEDENIYETLER DINSIZDIR
“Çağdaş medeniyet dinsizdir” diyorsunuz bir makalenizde…
Yani şimdi diyaloğun böyle bir arızası var. Konuşurken her şeyi öyle uzun uzadıya izah edemezsiniz. Kısaca söyleyeyim. Medeniyetler esasında kozmopolit kültürlerdir. Spengler bir tarif yapar; “Tarifi gereği, bütün kültürler dindardır ve bütün medeniyetler dinsizdir” der. “Şehirli, kendi soğuk ve keskin zekasına, rasyonaliteye falan güvenerek, köylünün dindarlığını küçümser” diyor. Ben aslında medeniyet terimini kullanmayı da sevmiyorum..
Neden?
Ne idüğü belirsiz bir şeydir bu medeniyet kelimesi; öyle münevverlerin zannettiği gibi, basit bir kavram değildir bu kelime. Semantik (anlambilim) yönünden bakarsanız, tarih felsefesi açısından incelerseniz, problemlidir. Her tarih filozofu medeniyeti kendi kafasına göre tarif eder.
ÇAĞDAŞ MEDENIYET DINSIZ, HATTA SATANIST…
Mesela Tonybee’ye göre yirmi küsur medeniyet vardır: Spengler ise, hiç medeniyet kelimesini de kullanmaz ve “Sekiz tane temel kültür vardır” der mesela… Yani bunlar çok elastiki kavramlar… Neticede konudan biraz koptuk gibi görünüyor, fakat bence çağdaş medeniyet dinsiz, hatta satanist…
Satanist derken anladığımız manada mı?
Öteden beri dünyada satanistler var. Benim bununla söylemek istediğim şu: Siz, “iyinin, doğrunun, güzelin” yerine, yahut manevi değerlerin yerine, “para, seks ve iktidar” üçlemesini koyarsanız, Allah’a değil şeytana hizmet etmiş olursunuz manasında… Bu da bir çeşit satanizm olur demeye getiriyorum. Elbette maddi dünyanın realiteleri var. Elbette maddi dünya ile münasebetlerimizi ayarlamadan yaşayamayız. Fakat bu maddi dünyanın realitesini, manevi değerlerin yerine ikame eder, manevi değerleri yok sayarsanız, buna başka ne denir?..
Şimdi bir misal ile anlatmaya çalışayım: Geçenlerde ünlü Japon yönetmen Akira Kurosowa’nın Dosetka-Din diye bir filmini seyrettim. Adamcağız Japonya’nın en kötü şartlarda yaşayan varoşlarını anlatıyor. Mahalle çeşmesinde kap-kacağını yıkayarak dedikodu yapan kadınlar vesaire... Fakirlerin hayat şartları çok zor. Fakat orada bir delikanlı vardı yirmi beşli yaşlarında. Çocuk deli, kafayı tramvayla bozmuş: Durmadan tramvay resimleri yapıyor. Sabahtan çıkıp akşama kadar Japonya’nın varoşlarında, sürekli “dosetka-din, dosetka-din, dosetka-din” diyerek, yani guya tramvayın çıkardığı sesi aklı sıra taklit ederek, bir tramvay hayal ediyor ve bu hayali tramvayı sürerek dolaşıyor. Zannederim Akira o çocuk vasıtasıyla varoşlarda sefalet içinde yaşayan normal insanların hayatını bir metaforla anlatmak istiyordu. Ötekiler, yani o sefaleti yaşayan insanlar, belki o çocuktan bile daha deliler bence, fakat deliliklerinin farkında değiller. Hayatlarını boşa tüketiyorlar, hiçbir manevi değerleri yokmuş gibi… Bakın bu benzetmeyi yine kullanmak istiyorum. Manevi değerleri kaybeden bugünkü dünyanın insanları, yalnızca “para, seks ve iktidar” peşinde koşuyor ve insanlığın umumi manzarası işte bu: İnsanlık global kapitalizme teslim olmuş vaziyette. İşin daha tuhafı, zamane ilahiyatçılarının bile sözde dindarlık kisvesi altında birtakım komik halleri var. Yani Akira’nın filmindeki o hayali tramvayı sürerken delikanlının tramvay gürültüsünü de çıkarma babında sürekli, “dosetka-din, dosetka-din” demesi gibi, bunlar da, durmadan, usanmadan “din” kelimesini tekrarlayıp duruyorlar halka. Ama aslında bir hayali tramvaya binmiş gidiyorlar. Ahaliyi de dolmuşa bindiriyorlar.
Manevi değerleri temsil eden “din” kelimesinin televizyon tartışmalarında çok fazla tekrarlanması sizce doğru mu?
Türkiye de ‘din’ kelimesi o kadar düşük bir entellektüel seviyede tartışılıyor ki; hiçbir ciddiyeti kalmıyor. Sözettiğim filmde güya tramvay gürültüsü makamında durmadan tekrarlanan “dosetka-din” kelimesi gibi, TV’deki dini bir münakaşa artık alelade ve dikkate değmeyecek kadar önemsiz bir mesele oldu. Kalitesiz ilahiyatçılar yüzünden. Ben bu ilahiyatçılardan biriyle vaktiyle bir kurumda çalışmıştım. O kurumun başkanıydım. Adam oturuyor, hatıralarını yazıyor ve diyor ki; ‘Köyümdeki tatilden dönünce duydum ki Şahin Uçar başkanlıktan ayrılmış; doğrusu sevindim, çünkü bu kurumda başkanlık yapacak adam değildi.’ Böyle tek bir cümle. Fakat düşünmüyor ki bunu yazdığı zaman, hiç olmazsa bir cümlelik olsun, bir de gerekçe yazmak gerekir. Sadece öyle bir cümle yazıp geçiyor yani. Bu tenkide değmez ama yazılı bir hakaret, hatırat da olsa basılmış bir kitap. Peki bu budalalık nedir… Bir cümleyle izah et bir eleştiri yapıyorsan, o da yok. Böyle zaaflar ile malul olan ilahiyatçılar var maalesef. Ben bunu görünce dedim ki, bu kadar budala yaratmakla Allah zaten yeteri kadar cezalandırmış bu adamı. Ben artık ne diyeyim ki buna...
Budala, budala olduğunun farkında değil ama… Zaten farkına varsa budalalıktan terfi etme durumu da var…
Tolstoy ‘Kimseye zarar vermediği takdirde budalalık sevimli bir şeydir’ der. Tamam, bazı budala insanlar bizim de hoşumuza gider. Yerine göre delileri idare de ederiz. Etmemiz de gerekir. Ne yapalım yani, insan deliyse öyledir, ona bir şey yapamazsınız. Ama kendin bir hayali tramvaya biniyorsun diye başkalarını da dolmuşa bindirme… Bu ilahiyatçılar insanları ifsat ediyor ve yanıltıyorlar. Sonuç olarak, aslında hiç farkında olmadıkları bir şey var: İlahiyat dini bilgilere dair tarihi malumattır: Yani ilim değil, tarihtir ve “tarihsel”dir. ilahiyat profesörü, ama adam ilimle uğraşamıyor, ne yapsın. ilim yapmak yerine dedikodu yapıyor.
İlim yapamıyorsanız, bari basit dedikodularla insanlara zarar vermeyin
İlahiyat sadece insanların inançlarına dair bilgilerdir. Esas itibariyle, tarihi bilgilerdir. İnançlar, evet muhteremdir, kimsenin inançlarına saygısızlık etmek istemem; ama inançlar yalnızca inanç sahibini bağlar. Herkes aynı dini inanca mensup olmadığı gibi, bazı ilahiyatçıların sıkça yaptığı bir hata olarak, aynı dini inanca mensup farklı anlayışlar bile kafirlik ve dinsizlik ithamı ile karşılaşabilir. Bu tarihi ve manevi bilgilerin ilimle (düz mantıkla) ilgisi olmadığı halde eskiden beri din bilginlerine alim denilmesi ve onların da kendilerini âlim zannetmesi yanlış bir şeydir. Elbette her şeyden önemli ve muhterem bir şeydir din. Çünkü insanın maneviyatıyla ilgili bir şey. İnsanı insan yapan asıl değerlerle ilgili. İnsanın manevi hususiyetlerine hitab ediyor. Ama siz bunu, bizim sözde ilahiyat profesörlerinin anladığı gibi anlarsanız, yani manasına nüfuz edilmeden ezberlenmiş birtakım tarihi bilgileri, malumatfuruşluk ile manasına nüfuz edilmeksizin ezberlenmiş kelimelerin anlamdan mahrum sesleri şeklinde, mezkur filmdeki gibi, “dosetka-din, dosetka-din, din, din, din” gibi “tramvay gürültüsü” makamında tekrar eder durursanız, bunun da bir anlamı yok. Halka da zararı olur. Daha önce de söylediğim gibi bazı budalalıkları hoş görebiliriz elbette, ama insanlara zarar vermediği sürece… İlim yapamıyorsanız bari bu basit dedikodular ve malumatfuruşluk ile insanlara zarar vermeyin.
HATTAT, MÜZEHHİB VE FİLOZOF
Tarih filozofu, şair ve müzisyen olan Şahin Uçar Sivas doğumlu. İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünü bitiren Uçar Arapça, Farsça, Osmanlıca, Azerice, Kazakça, İngilizce, Rusça ve Latince biliyor. Türkiye, Bosna-Hersek ve birçok ülkedeki üniversitelerde akademisyenlik yapan Uçar Niğde Üniversitesi’nde Rektör Yardımcılığı ve Dekan Vekilliği yaptı. Uçar, 2001 yılında İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) başkanlığı da yaptı. Şeyda mahlası ile divan şiiri üslubunda şiirler yazan Prof. Dr. Uçar, Türk edebiyatında divan sahibi son şairdir. Hattat ve müzehhibdir. Kemal Batanay’dan ders alan Uçar tanbur çalıyor ve ney üflüyor. Türk müziğinin farklı makamlarında 19 bestesi bulunmaktadır. Araplar’ın Anadolu Seferleri, Tarih Felsefesi Açısından İslamda Mülk ve Hilafet, Tarih Felsefesi Yazıları, Varlığın Anlamı, Hüküm Gecesi, Mâlihulyâ, Sen Şarkını Söyle, İnsanın Yeryüzü Macerası, Kültür, Teknoloji ve Sanat Yazıları, Dil ve Felsefe gibi kitapları bulunan Uçar İki defa Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Fikir Adamı Ödülü’nü almıştır.
Sufilerin ve mistiklerin algısı bambaşka
Bakın, sorun bakalım “profesör ne demek” diye, bunun cevabını verecek kaç kişi çıkacak? Profesör, “hakikate şahitlik eden” demektir Latincede… “Professio”dan gelir… Ben kelimenin bu anlamını Katolik kilisesinin mecellesinde (Codex Iuris Canonici) okudum. Çünkü üniversiteler eskiden kilise tarafından kurulurdu; dini kurumlardı; bunlar da, doktor rector vs., dini kurumların dini unvanları. Bizde Kur’an’da da geçer aynı mana... Ulema-yı rasihin (büyük alimler) Allah’a ve dinine şahitlik ettiler diyor, onu tasdik ettiler diyor Kur’an… Professi religiosi... Dini bir rütbedir bu: Peki bu profesör, sahib olduğu bu ünvanın ona “hakikate şahitlik etmek” vazifesi verdiğinin farkında mı?... Hayır, bilakis bunlar ekseriya hakikati inkar etmekle ve tarihi dedikoduyla meşgul. Sufilerin ve mistiklerin kendi manevi yolculuklarında keşfettikleri “dini tecrübe”nin farklı mahiyetini anlamaya çalışmıyor adam. Onun algısı bambaşka bir şey, seninki bambaşka… Mesela William James, “Dini Tecrübenin Çeşitleri” (The Varieties of Religious Experience) kitabında mistik tecrübe biçimlerini de inceler. Bizim profesörler kelimenin hakiki anlamında olduğu gibi ulema-yı rasihinden sayılmak bir yana, alim dahi değildirler. Bunlar sadece dini ilimlere dair bir uzmanlığı olan akademisyen entellektüel kimseler. Akademisyen-entellektüel... Alim de değil, sanatkar veya filozof da değil, yalnızca entellektüel.
Söylediklerinizden hareketle tarihi de test edemiyoruz. Yani tarih bir ilim değil mi?
Evet, tarih hiçbir şekilde ilim değildir. Diğer tarihi disiplinler de ilim çerçevesine girmezler. Tabii bu benim bakış açıma göre bir disiplinler tasnifi. Tarih ilim değil, “tarih”tir. Tarih; sanat veya felsefe, ilim veya matematik kadar güvenilebilir değildir. Çünkü ne isbat edilebilir ne de test edilip sınanabilirler. Ama bu, tarihi disiplinlerin veya sanatın ilimden daha değersiz olduğu anlamına gelmiyor. Yalnız bunların anlaşılması daha zordur. Çünkü bu bahislerde, ilimde olduğu gibi basit mantıki muhakemeyi kullanmak, herhangi bir meseleyi anlamaya ve açıklamaya yetmez. Mesela Edmod Goblot disiplinleri şöyle tasnif etmiştir “İlimler Sistemi” kitabında: “Nazari ilimler, Tecrübi ilimler, Normatif ilimler, İlliyetçi ilimler”... Farklı disiplinlere de ilim derseniz, bu bir çeşit bilgi sayılmak bakımından doğrudur. Ancak ben disiplinleri tasnif ederken, ilim olarak yalnızca insan zekasının kavrayabileceği, yeterli olduğu ve çözüm üretebileceği müspet ilimleri kabul ederim. Diğer disiplinler ilim değildir. Onlar ya bir sanatın, yahut felsefenin, ya da tarihin şubeleridirler ve ilmi meselelerde olduğu gibi test edilip, tecrübe ile sınanarak güvenilir olup olmadıklarına karar veremeyiz.
Matematik ve diğer disiplinler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tarih filozofu olarak matematiğe değer veririm. Çünkü matematik konuları tartışıldığı zaman ispata yöneliktir ve matematikte bir meseleyi ispatlarsın. Bir Latin vecizesi der ki: “Sapiens nihil affirmat quod non probet”: Yani, “akıl ispat edilmeyen şeyi tasdik etmez”. Matematik akla hitap eder. İnsan aklı ispat edilen şeyi zaten kabul etmek durumundadır.
Modern dünyanın değerleri iktidar, para ve sekstir
Eflatun bir yerde, insanın değişmeyen ve değişmeyecek hastalıklarına, zaaflarına işaret etmiş: Devlet, servet, şehvet... Bunu bugünkü kullanılan terimlere çevirdiğiniz zaman; iktidar, para ve seks çıkıyor karşınıza… Modern dünyanın değerleri maalesef böyle... Kapitalizm bu işte… Hıristiyanların bir “teslis” itikadı var biliyorsunuz: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh… Ben Fransız İhtilali’ni değerlendirirken bu aydınlanma çağının “tabiat, akıl ve terakki” fikirleri için, “Modern dünyanın teslisi işte budur” demiştim. Artık bunlar, tanrıya, kiliseye veya başka değerlere değil de tabiata, akla ve terakkiye, iman ediyorlar demiştim.
Şimdi realite nedir? Yani bizim insan olarak iki intibamız var. Bir kendi iç alemimiz, bir de dış dünya var bizden bağımsız. Realite, yani gerçeklik dediğiniz şey kainatta oluşmuş olan, var olan şeydir. Mesela, biz şu an burada, bu binada oturuyoruz. Diyelim 20 sene önce yapılmış bir binadır bu, yani geçmişten bugüne kalmış bir şey… Bugün bir realite teşkil ediyor ama bu da tarihle ilgili… Tarihle ilgisi; geçmiş zamanın bakiyesi olması…Gerek maddi, gerekse yazılı evrak, geçmişten kalan ne varsa her şey, tarihi bir bakiyedir. Realite de, tarihten bugüne intikal etmiş olduğu için, “bugün var olan”dır.
Türkiye’deki birçok profesör, ‘profesör’ kelimesinin anlamını bile bilmez
İlim dediğimiz şey tecrübî ilmi, müsbet ilimleri kast ediyorum ki yegâne ilim de budur bana göre. İnsan zekâsının kavrayabileceği, sıradan Aristo mantığının az çok geçerli olduğu bilgi alanı, işte bu maddi ilimlerdir. Buradaki bilgi de test edilebilir, ölçülebilir ve güvenilir bir şeydir. Beğenmezseniz, tatmin olmazsanız, yeniden tecrübe ederek, teyit etmeye çalışırsınız ilmi bir meseleyi.
Şayet tecrübe o ilmi meseleyi teyit etmezse, yalanlarsa…
Hiçbir komplekse kapılmadan “Bu teori yanlışmış, şu halde daha iyisini geliştirelim” dersiniz. İlim böyle bir şeydir. İşte bu yüzden matematikten sonra az çok güvenebileceğimiz bir bilgi çeşidi olarak, işte bu müsbet ilimler var.
Sanat nerede duruyor…
Sanat, bambaşka bir vadi. Sanatın otoritesi hakikat, yahut güvenilebilir bir bilgi olmak iddiasından gelmiyor. Güzellik iddiasından geliyor. O başka ve manevi bir şeydir. Ama onun da, bir sanat hakikati var.
-Bazı ilahiyatçıların gelenekçilere karşı müthiş bir öfkesi var… Tasavvufu reddediyorlar… Gazali’ye hakaret etmeyi bir üst seviye sanıyorlar… Hangi yara yatıyor bu kompleksin altında?
İlahiyat profesörü olmakla kendini bir şey zannedebilirsin… Fakat ben size bir şey söyleyeyim. İnanın Türkiye’deki birçok profesör, ‘profesör’ kelimesinin anlamını bile bilmez.
İslam’ın bir ucu Atlantik bir ucu Pasifik Okyanusu’nda
Adam oturuyor kalkıyor ‘Muhyiddin ibni Arabi ve Gazali yüzünden İslam dünyası geri kaldı’ diyor. Benim bu isimlere büyük hürmetim var, fakat ben bunları ne kadar sevsem de, hürmet etsem de, herhalde bir Muhyiddin Arabi yahut Gazali Allah da değildir, peygamber de değildir. Şimdi İslam deyince sen neyi kastediyorsun kardeşim. islam’ın bir ucu Atlantik Okyanusu’nda bir ucu Pasifik Okyanusu’nda, taa Çin’e kadar gitmiş. Hatta öteki yarımkürede de var Güney Amerika’ya kadar… Bütün dünyaya yayılmış bir dindir İslam. Dünya ölçeğinde bir coğrafyadan bahsediyorsun. Ve 1.5 milyar dediğin İslam dünyası nüfusu ve sen Gazali’nin kitap yazarak milyarlarca insanı robotlaştıracağını, düşünemez hale getirebileceğini mi iddia ediyorsun? Bu gülünç bir fikirdir. Bu öyle bir şey ki bunu sadece Allah yapabilir. Bunca insan, bu kadar büyük bir coğrafya, birkaç kitapla bu kadar kötü bir şekilde etkilenmiş olamaz. Bu kadar geniş bir genelleme yapmak ve bunu savunmak budalalıktır.
VAKİT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.