Türkçe üzerine nefis sohbet

Türkçe üzerine nefis sohbet

Yavuz Bülent Bâkiler, şiiri nesriyle; nesri şiiriyle yarışan söz üstatlarımızdan biri. Türkçemiz onun ışıklı kaleminde bazen anne gülüşü kadar ince, zarif; bazen bir Köroğlu kılıcı gibi keskindir. Türkçenin mes’elelerini çok iyi bilen ve cesâretle bildiklerini ifâde eden şâirimizle Türkçe üzerine sohbet ettik. Bâkiler’e göre Türkçe bizim şah damarımızdır. Türkçenin Türkiye topraklarından çekilmesi demek, Türklerin bin yıllık vatanlarından çekilmesi demektir.

Dilin yani Türkçemizin büyük önemini yeniden Yavuz Bülent’in nefis Türkçesiyle okumak ister misiniz? İşte sorularımız ve Bâkiler’in cevâpları:

SELÇUK KARAKILIÇ: 4. Milletlerarası Türkçe Olimpiyatı Tertip Komitesi 2006 yılı Gaspıralı İsmail Ödülü’nü size vermeyi kararlaştırdı.

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER: Evet!

KARAKILIÇ: Kimler var bu Türkçe Olimpiyatı Tertip Komitesinde?

BÂKİLER: Komite Başkanı, eski Millî Eğitim Bakanlarımızdan Prof. Dr. Mehmet Sağlam, üyeleri ise şunlar: Eski Başbakan Yıldırım Akbulut, eski Millî Eğitim Bakanlarımızdan Vehbi Dinçerler, Kültür ve Turizm Bakanı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türk Dil Kurumu Başkanı Şükrü Haluk Akalın, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Saray, TOBB Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Başkanı Prof. Dr. Ali Fuat Bilkan, Millî Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim Öğretim Genel Müdürü Hasan Kaplan, TİKA Başkanı Hakan Fidan, TÜRKSOY Genel Müdür Yrd. Dr. Mustafa Balçık.

KARAKILIÇ: Mükemmel! Mükemmel! Herhalde bugüne kadar aldığınız Türk Diline Hizmet Ödülleri arasında bu Gaspıralı İsmail Ödülü’nün ayrı bir yeri var.

BÂKİLER: Bana göre her ödülün ayrı bir kıymeti var. Birini diğerinden önde görmek, üstün tutmak doğru olmaz. Meselâ daha önce, iki Azerbaycan üniversitesi, Türkçe üzerinde yaptığımız çalışmalar dolayısıyla bana Fahri Edebiyat Doktoru unvanını verdi: Azerbaycan Asya Üniversitesi ile Gence Üniversitesi.

KARAKILIÇ: Ne zaman aldınız bu ödülleri?

BÂKİLER: 1999 yılında.

KARAKILIÇ: Neden bu sıfatları kullanmıyorsunuz? İsminizin yanında neden Dr. sıfatı yok?

BÂKİLER: Bana bu unvanlar verildiği zaman, o üniversitelerde de söyledim. “Bin yıl bile yaşasam bu sıfatları kullanamam. Bunlar benim için manevî değeri büyük olan şeref madalyalarıdır” dedim. Bana: “Siz, Türk dili için yapmış olduğunuz çalışmalarla bu sıfatlara zaten lâyık bir kimsesiniz; kullanabilirsiniz!” dediler. Ama ben kullanmadım; kullanmayacağım.

KARAKILIÇ: Türkiye’de bizim üniversitelerimizden de benzer ödüller aldınız mı?

BÂKİLER: Hayır, almadım! Çok çeşitli üniversitelerimizden davet aldım; gittim konuştum. Fakat hiçbir üniversitemizden Azerbaycan üniversitelerinin verdikleri fahri edebiyat doktoru unvanına benzer bir ödül almadım. Yalnız Konya Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin oylarıyla Türk Diline Hizmet Ödülü’ne lâyık görüldüm, o kadar!

KARAKILIÇ: Türk dili üzerine yaptığınız konuşmalar karşısında üniversitelerimizden ne gibi tepkiler aldınız? Çünkü siz, bazı konularda büyük bir cesâretle konuşuyorsunuz. Birtakım kimselerin korkulara kapılarak girmedikleri konuları ele alıyorsunuz.

BÂKİLER: Türkiye'nin 81 vilâyeti var. Ben tam 70 şehrimizden dâvet aldım. Gittim konuştum. Hem Türkçe üzerinde konuştum hem de gezip gördüğüm tanıma fırsatı bulduğum Türk Cumhuriyetlerini anlatmaya çalıştım. Dâvet almadığım şehirler sâdece Doğu ve Güneydoğu’daki 11 şehrimizdir. 70 şehrimizde karşılaştığım hâdiseleri yazsam herhalde hacimli bir kitap olur.

KARAKILIÇ: Birkaç örnek verir misiniz lütfen?

BÂKİLER: Utanarak söylüyorum: Halkımızın Türkçe üzerinde bir hassasiyeti pek yok. Yâni halkımız, içeride ve dışarıda Türkçe üzerinde, milletimiz üzerinde oynanan oyunlardan pek haberdar değil. Bilmiyor. Bilmiyor; çünkü okumuyor. Dünyâda en az okuyan milletlerin başında maalesef biz de varız. Konferanslara geliyor, dinliyorlar. Bazıları uyumaya başlıyor. Sonra kalkıp gidiyorlar. Ama beni çok büyük bir dikkatle saatlerce dinleyenler de var.
Üniversitelerimizin de çok farklı davranışları oluyor. Meselâ, konferanstan sonra, bazı profesörlerimiz bana diyorlar ki: “Anlattıklarınızdan bazı hususları ilk defa bugün sizden dinledim ve şaşırdım.”

Doğrusu ben de onların çok mühim mes’elelerimizi ilk defa benden dinlemelerine şaşırıyorum. Bazı üniversitelerimizde, profesörlerimiz Türkçe konusunda tamâmen benim gibi düşündüklerini hem sözlü hem de yazılı olarak ifâde ediyorlar. Bazı üniversitelerimizde de profesörlerimiz ve bazı öğrencilerimiz benim “Öz Türkçeye karşı çıkmama” itiraz ediyorlar.

KARAKILIÇ: Siz öz Türkçeye karşı mısınız efendim?

BÂKİLER: Milyon kere, milyar kere karşıyım! Çünkü bizim dilimiz Türkçedir. Türkçe başka, öz Türkçe başkadır. Öz Türkçe çıkmaz bir yoldur. Nihat Sami Banarlı’nın ifâdesiyle, biz büyük devletler, imparatorluklar kurmuş bir milletiz. Bizim dilimiz büyük devlet dilidir. İmparatorluk dilidir. Kabile dili, aşiret dili değildir. Bu bakımdan Türkçemizde yirmi milletin dilinden kelimeler var. Bu kelimeler bin yıldan beri konuşula yazıla tamâmen Türkçeleşmiş ve artık tamâmen bizim olmuşlardır. Türkçemiz de, yirmi beş milletin diline kelimeler vermiştir. O milletler de bizim kelimelerimizi tamâmen benimsemişlerdir. Zaten dünyânın hiçbir milleti, sâdece kendisine ait olan saf bir dille konuşmuyor.

Şimdi size, neden öz Türkçeye karşı olduğumu iki sözlüğümüzü ortaya koyarak söyleyeyim: Bizim Türk Dil Kurumumuz tarafından hazırlanan yeni bir sözlüğümüz var. Bu sözlükte 104.000 kelime bulunuyor. Bir de Bilgi Yayınevi tarafından, 1971 yılında basılan Ali Püsküllüoğlu tarafından hazırlanan bir Öz Türkçe sözlüğümüz var. O sözlükte de 3.175 kelime yer alıyor. Dikkat buyurun bugünkü Afrika toplulukları bile dört-beş bin kelimeyle düşünüp konuşuyorlar. Şimdi iddia ediyorum: 104.000 kelimelik bir Türkçe sözlüğü bir tarafa bırakarak, 3.175 kelimelik bir öz Türkçe sözlükle düşünenler, konuşanlar ve yazanlar gerçek anlamda, çağımızın bin yıl gerisinde kalan kimselerdir.

Ben “Türkçeleşmiş Türkçedir!” inancındayım. Bildiğiniz gibi bu düşünceyi 1912 yılında, Selanik’te çıkardıkları Genç Kalemler dergisinde: Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Ali Canib Yöntem ileri sürdüler. Şimdi ben “Türkçeleşmiş Türkçedir!” deyince, bazı öğretmenlerimiz, bazı üniversiteli öğrencilerimiz, bazı öğretim üyelerimiz veya öğretim görevlilerimiz itiraz ediyorlar. Diyorlar ki: Atatürk dememiş miydi ki, “dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıyız!”

-Evet, doğru diyorum. Atatürk öyle söylemişti. “O hâlde? diyorlar. Mademki Atatürk öyle söyledi, dilimizi bütün yabancı kelimelerden kurtarmalıyız. Siz neden buna itiraz ediyorsunuz?” diyorlar. Ben bu itirazcılara anlatıyorum ki, Atatürk o talimatı 1930 yılının Eylül ayında vermişti. O zaman Türk Dilini Tetkik Cemiyeti daha kurulmamıştı. Atatürk bu kurumu 1932 yılında kurdu. Sonra bizzat bu kurumun çalışmalarına katılarak, Türkçemize giren bütün Arapça Farsça kelimeleri dilimizden ayıklattırdı. Hatta o kadar ileri gitti ki “şey” kelimesini bile yasakladı.1934 yılına girildiğinde görüldü ki Türkçe tam bir çıkmaza sokulmuştur. Yani ne kimse kimseyi okuyup anlayabilmekte ne de kimse rahatlıkla meramını ifâde edebilmektedir. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabında var. Atatürk ona demiş ki:
-“Çocuk! dili bir çıkmaza saplamışızdır! Bırakırlar mı dili bu çıkmazda. Bırakmazlar. Ben de bu işi başkasına bırakmam! Dilimizi bu çıkmazdan biz kurtarmalıyız.”
Atatürk böyle söyledi ve hatasından vazgeçti diyorum.

KARAKILIÇ: Yani siz, Türkçe konusunda Atatürk hata mı yaptı diyorsunuz?

BÂKİLER: Kesinlikle evet. Bunu benden önce bizzat Atatürk söylüyor. Ben Atatürk’ü bir insan olarak kabul ediyorum. Bir insanın hata yapmasından daha tabii ne olabilir? Bakın şimdi: Atatürk’ün üç ayrı dil anlayışı oldu. Bu görüşlerin ikisi yanlış biri doğrudur.

KARAKILIÇ: Biraz açar mısınız? Çünkü bu çok mühim bir konu!

BÂKİLER:

Atatürk, 1932-1934 yılları arasında dilde tamâmen tasfiyeci bir inanış içindeydi. Bu görüş yanlıştır. Nitekim kendisi de yanlışını gördü, dilimizi bir çıkmaza soktuğunu anladı ve bu düşüncesinden tamamen vazgeçti. Atatürk 1934-1935 yılları arasında “Türkçeleşen Türkçedir” inancındaydı. Dilde sadeleşmeden yanaydı. Bu görüşü doğrudur. Atatürk 1935-1938 yılları arasında ise Güneş-Dil Nazariyesi’ne inandı. Bu nazariyeyi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine ders olarak koydurttu. Bu nazariye de yanlıştır.

KARAKILIÇ: Güneş-Dil Nazariyesi’ni biraz açar mısınız?

BÂKİLER: Bu nazariye, Avusturyalı bir dil heveskârı olan Dr. Hermann Kvergic tarafından ileri sürülmüş ve sonra Atatürk’e anlatılmıştır. Atatürk de şoven derecede bir Türk milliyetçisi olduğu için, bu nazariyeyi benimsemiştir. Bu Güneş-Dil Nazariyesi de yanlıştır. Çünkü bu nazariyeye göre: “ilk insan Türk’tür! İlk lisan Türkçedir ve dünyâdaki bütün diller Türkçeden doğmuşlardır!” Atatürk bu görüşe inandı ve çevresindekilere emir verdi: “Bu konuda araştırmalar yapın! Eserler yazın” dedi. Konya milletvekili Prof. Dr. Naim Nazım Onat, Arapçanın Türkçeden doğduğuna dair 450 sayfalık bir eser yazdı. Birçok kimse, yeni kelimeler uydurdular. Bütün dillerin Türkçeden doğduğunu ispat etmeye çalıştılar. Atatürk öldükten sonra, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bu Güneş-Dil Nazariyesi’ni Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yasakladı ve Atatürk’ün çok benimsediği bu nazariyeyi rafa kaldırdı. İyi mi yaptı? Bana sorarsanız size derim ki: Hem de çok iyi yaptı.
Şimdi ben, Atatürk’ün Türkçe üzerindeki bu üç görüşünü olduğu gibi ortaya koyuyorum. Bazı öğretim üyeleri bana veya öğrencilerine diyorlar ki: “Atatürk bir deha idi. Dâhiler hata yapmazlar. Yavuz Bülent Atatürk’ün büyüklüğünü inkâr ediyor. Söylediklerine inanmayın!”
Ben, bu açıklamalar, itirazlar karşısında utanıyorum. Bu itirazları değil ilim adamlarımıza, sokaktaki alelade insanlara bile yakıştıramıyorum. Peki diyorum mademki “Atatürk hata yapmaz” diyorsunuz işte kürsünüz işte meydan! İşte bütün dünya milletleri! Çıkın kürsünüze, gidin dünya milletlerine deyin ki: “İlk insan Türk’tü. İlk lisan Türkçe idi. İngilizce Fransızca, Lâtince, Çince, Rusça, Almanca, Arapça, İtalyanca, Farsça... Atatürk’ün dediği gibi Türkçeden doğmuşlardır. “Gelin konuşalım sizinle! deyin, yazın, anlatın!” diyorum.

Siz hiç böyle iddialarla konuşan bir ilim adamı gördünüz mü? Duydunuz mu? Ben görmedim, duymadım. Peki, bu nasıl bir Atatürkçülüktür Allah aşkına? Böylesi Atatürkçülerle benim ayrıldığım nokta şu: Onlar diyorlar ki “Atatürk bir dehâ idi. Kat’iyyen yanlış yapmadı, yapmazdı.” Ben de diyorum ki: Atatürk’ün bir dâhi olduğu doğrudur. Yalnız her dâhi gibi Atatürk’ün de birtakım yanlışları olmuştur. Bunu bizzat kendisi de söylemektedir, kabul etmektedir. Açın okuyun Atatürk’e babamız diyen Falih Rıfkı Atay'’ın Çankaya isimli kitabını; orada göreceksiniz: Atatürk’ün “hata yapmışım! Dili Bir çıkmaza götürüp saplamışım!” dediğini. Diyeceksiniz ki ben nereden bulacağım o Çankaya kitabını? Bulsam da okuyamam çünkü vaktim yok. Okusam da ben Falih Rıfkı’ya inanamam. Ne malum onun doğru yazdığı? Peki, öyleyse lütfen bana burada izah edin: Atatürk 1932-1934 yılları arasında dilde tasfiyeci idi. Dilde tasfiyeci olmak, yani dili tamâmen öz Türkçe hâline getirmeye çalışmak doğru bir yol idiyse Atatürk 1935 yılında bu düşüncesinden neden vazgeçti?
Atatürk 1935-1938 yıları arasında Güneş-Dil Nazariyesi’ne inandı. Bu görüş doğru ise Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu nazariyeyi neden 1940 yılında yasakladı? İnönü, Atatürk düşmanı olduğu için mi böyle yaptı? Haydi diyelim ki İnönü de yanlış yaptı. Atatürk’e ihanet etti. Peki, şimdi siz Atatürkçü olarak, neden ağzınızı açmıyorsunuz? Üniversitelerimiz özerk değil mi? Sizi kim engelliyor. Kürsünüze, kürsülere çıkarak neden: “İlk insan Türk’tür; ilk lisan Türkçedir” demiyorsunuz.

Elinizde ilmî belgeleriniz olduğu hâlde susuyorsanız, konuşmuyorsanız ben size nasıl Atatürkçüsünüz diyebilirim? Susmakla Atatürkçülük olur mu? Haydi, çıkıp konuşsanıza, yazsanıza, anlatsanıza! diyorum.

Türkiye, İslâm’ı anlamayan din yobazlarıyla, Atatürk’ü okumadan bilmeden Atatürkçü olduklarını söyleyen kimselerin kıskacında sıkışıp kalmıştır. Bütün sıkıntılarımız bu iki karanlık kafadan kaynaklanıyor.

Hürriyet gazetesinin yayınları arasında çıkan: Ben Atatürk'ün Uşağı İdim isimli kitapta okudum. Atatürk, bir ara ismini Kamal diye yazmış. Çankaya’daki bir toplantıda demiş ki: “Ben ismimi düzelterek Kemal yerine Kamal diye yazıyorum. Doğrusu Kamal’dır. Şimdi bütün Kemaller eşşektirler!” Bunu, Atatürk’ün uşağı, hizmetçisi Cemal Granda böyle söylüyor. Şimdi Atatürk böyle söyledi; Atatürk hata yapmaz diyerek, Türkiye’deki bütün Kemallere eşek nazarıyla mı bakacağız? Evet diyenleri ayıplarım ben. Çünkü Atatürk de yanlış yaptığını görmüş, hatasını anlamış imzasını Kamal diye atmaktan vazgeçmiştir. Biz de onu Mustafa Kemal Atatürk olarak biliyoruz. Ona Mustafa Kamal demiyoruz. Türkiye fazla değil, herhalde 50-60 yıl sonra, bu ‘Atatürk hata yapmaz!’ taassubundan vazgeçecektir” kurtulacaktır sanıyorum.

Şimdi size Atatürkçülük maskesi arkasında yapılan kansız cinâyetlere birkaç örnek daha vermek istiyorum. Sonra görün Türkiye’de Türkçeye sâhip çıkmak zor mu, kolay mı?
Eskişehir'in devrimci ve ilerici bir belediye başkanı var: Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen! Bu adam bir gün, Eskişehir’in 3.700 sokağının, caddesinin, meydanının Türkçe isimlerini kaldırarak yerlerine tamâmen İngilizce, Fransızca, Yunanca, Lâtince, Almanca, İtalyanca kelimeler koydu. Meselâ Eskişehir sokaklarına: Urartu, Kordonat, Kosinüs, Ekselans, Albatros, Dolomit, Hipotenüs, Antilop, Plasman, Despot, oktav, Statü, Karbon, Anofel... gibi isimler bulaştırdı. Hâdise târihinde ben Samanyolu Tv’de “Sözün Doğrusu” programını yapıyordum. Aynı zamanda Türkiye gazetesinde de bir köşem vardı. Devrin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dı. Önce, gazetedeki köşemde: “İçişleri Bakanımız Saadettin Tantan’a Öfkelerimle” başlıklı bir açık mektup yazdım. Dedim ki: Sayın Bakan bu nasıl iştir? Biz Yunan’ı Eskişehir’den defettiğimizi sanıyorduk, yanılmışız. Çünkü Yunan kafası Eskişehir’e hâkim imiş de bunu bilmiyor musunuz? Siz o makamda oturacaksınız; ama beri yanda Eskişehir’in 3.700 sokağının, caddesinin, meydanının ismi bir gece içinde silinip gidecek yerlerine yabancı isimler konulacak. Olacak iş midir bu? Bu gidişle sıra, galiba Eskişehir’in isminin değişmesine de gelecek. O yazımdan sonra, STV’de de iki program yaptım. Bu yanlış uygulamayı tenkid ettim. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Eskişehir’in devrimci ve ilerici Belediye Başkanı Prof. Dr. Büyükerşen, beni Üsküdar Cumhuriyet Savcılığına şikâyet etti. Kendisi Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı bir belediye başkanıymış da, ben de kendilerini tenkit ettiğim için Atatürk’ün de aziz hatırasına hakarette bulunuyormuşum. Lâfa bak, hizaya gel! Üsküdar savcısı çağırıp ifâde mi aldı. Dedim ki: Şu garip tecelliye bakınız. Eskişehir’in 3.700 sokağının Türkçe isimlerini değiştiren, yerlerine tamâmen yabancı kelimeler koyan Prof. Yılmaz Büyükerşen Atatürkçü, ben de bu yanlışlığı neden yapıyorsunuz dediğim için Atatürk düşmanıyım ha?

Üsküdar savcısı hem gazetedeki yazımı dikkatle inceledi hem de televizyon programımı dikkatle gözden geçirdi. Gördü ki, Atatürk aleyhine ima yoluyla olsun bir cümlem bile yoktur. Savcı, tâkipsizlik kararı verdi.

İkinci bir müthiş hâdiseyi Şile’de yaşadım. Şile Belediyesinin dâveti üzerine Şile’ye gittim. Orada bir otelin salonunda kürsüye çıktım. En ön sırada da şu meşhur deprem profesörümüz Bay Ahmet Ercan oturuyordu. Ben bir ara, devletimizin dilinin Selçuklular döneminde Farsça, Osmanlı devrinde Arapça olmasını şiddetle tenkid ettim! Birtakım kimselerin, zaman zaman, dillerine Arapça, Farsça kelimeler bulaştırmalarının çok yanlış olduğunu belirttim.

Ve dinleyenlere üç örnek verdim: Şimdi şu örneklere bakın dedim:

-“Tarik-i umumi üzerinde, nâsın, müsellah olarak tecemmuu memnudur. Kezalik, nâsın, tarik-i umumi üzerinde gayrı müsellah olarak tecemmuu da memnudur.”

İkinci örneğe bakınız: Mütesaviyen mudalla bir müsellesin re’sinden kaidesine indirilen hatt-ı müstakim, kaideyi iki müsavi parçaya taksim eyler.”

Üçüncü örnek ise Kur’an ahengiyle konuşan bir hoca efendiye ait: “Ya şerik-i gasssaaab! Lehm-i gailemden, vahid gıyye bil vezin ita eyleee!”

Ben bu örneklerin bugünkü Türkçe ile açıklamalarını daha yapmadan en ön sırada oturan Prof. Dr. Ahmet Ercan, birdenbire ayağa fırlayarak bağırdı:

“Burası Atatürk Türkiye’sidir, dedi. Burada Türkçe konuşulur. Siz öyle o kürsüden, birtakım âyetler okuyarak lâikliği ihlâl edemezsiniz. Türkiye lâiktir lâik kalacaktır. Siz Atatürk ilke ve inkılâplarına başkaldırıyor; onlara düşmanlık yapıyorsunuz! Sizi şiddetle protesto ediyorum!” diye dövünmeye başladı.

Salon âdeta put kesildi. Ben de dondum kaldım. Önce adamın şaka yaptığını sandım. Ama gördüm ki bağırmaktan, değerli (!) Prof’un yüzü kıpkırmızı ve gözleri, yuvalarından, âdeta dışarıya fırlayacak gibi. Sonra öfkeli adımlarla çekip gitti. Kürsüde bir süre öylece kalakaldım. Sonra kendimi toparlayarak dedim ki: “Görüyorsunuz işte! Ben ne diyorum, adam ne anlıyor. Verdiğim örneklerin hiçbirisinin dinle, Kur’an’la ilgisi yok. Birinci örnek eski bir hukuk kaidesidir. Ben, 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesine kaydolduğumda Anayasa Hukuku Profesörümüz Bülent Nuri Esen tarafından bize ezberletilmişti. Bugünkü

Türkçe ile karşılığı şöyledir:

“Umumî yollar üzerinde, halkın silâhlı olarak toplanması yasaktır. Aynı şekilde, umumî yollar üzerinde, halkın silâhsız olarak toplanması da yasaktır!”

İkinci örnek, benden önceki neslin geometri kitaplarında geçen bir tariftir ve orada denilmektedir ki: “Bir eşkenar üçgenin tepesinden tabanına indirilen dik, tabanı iki eşit parçaya böler!”

Üçüncü örnek ise, halkın bilgisizliğinden istifade ederek onu küçümseyen, ona yukarıdan bakan ve konuşmalarına mümkün olduğu kadar, Arapça-Farsça kelimeler katarak kendisine “öf be! Ne adam be! Konuşurken ne kadar lügat parçalıyor!” dedirtmek isteyen bir adama aittir. Ve kasap çırağına, şöyle demektedir: “Ey kasap ortağı! Bana tartarak bir kilo koyun eti ver!”

Görüyorsunuz ki bunların hiçbiri âyet değildir. Sonra âyet olsa ne çıkar? Âyet okununca lâiklik ihlâl edilmez. Eğer âyet okumak lâikliği ihlâl etmek ise, bütün camilerimizde her gün binlerce defa lâiklik ihlâl ediliyor demektir. Çünkü namaz, bildiğiniz gibi, Kur’an’dan sureler yani âyetler okunarak kılınır. Türkiye’de birtakım kimseler lâikliği dinden tamâmen kopmak, uzaklaşmak şeklinde anlıyorlar ki çok yanlıştır.

Yukarıda verdiğim örneklerde görüldüğü gibi, böyle Türkçe olmaz. Böyle Türkçe olmadığı gibi, birtakım uyduruk kaydırık kelimelerle konuşmak da yanlıştır. Böyle Türkçe olmaz. Şart, hayat, imkân, ihtiyaç, hürriyet, meselâ, şiir, edebiyat, eser gibi tamâmen Türkçeleşen kelimeler varken: “Koşul, yaşam, olanak, gereksinim, özgürlük, örneğin, yır, gökçe yazın, yapıt...” gibi kelimelerle konuşmak ne demektir? Allah, öyle veya böyle konuşanlara insaf ve idrak versin! dedim.

Sözlerimi böyle bağladım ve Şile’den eve döndüm. Akşam beni Cumhuriyet gazetesinden biri aradı:

-Siz dedi bugün Şile’de konuşurken lâikliği ihlâl ederek, Atatürk ilke ve devrimlerine karşı çıkmışsınız. Atatürk’e ihanet etmişsiniz doğru mu?

-Doğru! dedim. İnkâr edemem. Çünkü konuşmam tamâmen banda alındı. Şile’de açık-seçik olarak dedim ki: Birtakım insanlar konuşurlarken ve yazarlarken lüzumsuz yere Arapça-Farsça kelimeler kullanıyorlar. Birtakım insanlar da konuşa konuşa, bin yıldan beri tamâmen Türkçeleştirdiğimiz, kelimeleri dilimizden atarak, yerlerine uyduruk kaydırık kelimeler koyuyorlar. Allah bunların insafını, idrakini artırsın dedim. Görüyorsunuz ki bu cümlede Allah kelimesi geçiyor ki lâikliğe aykırıdır. Sonra ikinci bir defa daha lâikliği ihlâl ettim. Ama vallahi onu bilerek yapmadım. Konuşurken birdenbire ağzımdan kaçtı. Bazı kimselerin bilerek veya bilmeyerek Türkçemize kıymaları karşısında hayretimi ifâde ederken hem de iki defa Allah! Allah! dedim. Görüldüğü gibi lâikliği ikinci defa ihlâl etmiş oldum. Bunları nasıl inkâr edebilirim? Konuşmalarım olduğu gibi banda alındı.

Adam kendisini ciddiye almadığımı anladı. Ama ikinci gün Cumhuriyet’te müthiş bir haber çıktı: “Yavuz Bülent Bâkiler, dün Şile’de Atatürk’e hakaret ederek, lâikliği çiğneyerek veya küçümseyerek bir konuşma yaptı!” gibi saçma sapan bir haber.

Haydi bakalım, al başına belâyı! Nitekim birkaç gün sonra Şile Cumhuriyet Savcılığından ifâdemin alınması için bir celp geldi. Çıkıp gittim. Nedir efendim? dedim. Savcının anlattıklarından derin bir utanç duydum. Orada Cumhuriyet Savcısından öğrendiğime göre Prof. Ahmet Ercan, bana bağıra çağıra kafa tuttuğu o toplantıdan çıktıktan sonra, doğru CHP Şile İlçe Başkanı olan bir avukat hanımın yazıhânesine koşmuş:

-“Yavuz Bülent, Atatürk ilke ve inkılâplarını hiçe sayarak, Atatürk’ümüze hakaretler yağdırarak konuşuyor. Âyetler okuyarak lâikliği ihlâl ediyor. Bu adama haddini bildirmeliyiz!” diye dövünmüş.

CHP İlçe Başkanı olan avukat hanım da, Atatürkçü (!) Prof'u yanına alıp (âdetleri gereğince) doğru Şile Garnizon Komutanına koşmuşlar.

-“Sayın Albayım vaziyet böyle böyle! İrtica hortlamaya başladı. Yavuz Bülent, aziz atamıza Şile’de hakaretler yağdırmış. Dil konferansında âyetler okuyarak lâikliği kalbura çevirmiş. Bu suçtur. Gericiler, gemi azıya aldılar” misullu şikâyette bulunmuşlar.
Garnizon komutanı Albay da, iki muhterem ve muteber şikâyetçiyi yanına alarak Şile Cumhuriyet Savcısının makamına gitmiş. Bunları Şile Savcısından dinledim. Garnizon komutanı öfkeli bir sesle demiş ki: “Şile’de, sizin bulunduğunuz bir yerde, bir adam Atatürk’ün dil devrimine hakaretler yağdırıyor. Alenen laikliği ihlâl eder bir şekilde konuşuyor ve siz burada oturuyorsunuz. Bu nasıl iştir?”

Şile savcısı cevâp vermiş:

-“Albayım! Türkiye’de herkesin suç işleme hürriyeti vardır. Ben bir savcı olarak insanların arkasına düşemem onları tâkib edemem. Ben suç varsa müdahale ederim. Şikâyetiniz varsa lütfen başvuruda bulunun gereğini yapayım!” demiş.

Üçü birden “şikâyetimiz var” diye ciğerlerini boşaltmışlar. Prof. Ahmet Ercan, benden şikâyetçi olmuş. Bunun üzerine savcı daha gösterilen şahitleri dinlemeden Ankara’dan, Adalet Bakanlığından savcıya bir telefon gelmiş:

-“Cumhuriyet gazetesinin bugünkü nüshasında, Yavuz Bülent’in Şile’de Atatürk’e hakaretler yağdırdığı, lâikliği ihlâl eder şekilde konuştuğu haber olarak bildiriliyor. Derhal Yavuz Bülent Bâkiler hakkında soruşturma başlatın!” denilmiş.

Cumhuriyet Savcısı bana dedi ki: O gün sizi dinleyen kimseleri teker teker çağırarak ifâdelerini aldım. Konuşma bandınızı dikkatle inceledim. Ne şahitler sizin aleyhinizde tek kelime söylediler ne de konuşmanızda dolaylı yoldan olsun Atatürk’e bir hakaret var. Konuşmanızda ayet filan da okumamışsınız. Bu araştırmalardan sonra müşteki Prof. Ahmet Ercan’ı tekrar çağırdım. Dedim ki: Siz Yavuz Bülent’in konuşmasının nesinden şikâyetçisiniz? Hangi cümleleriyle Atatürk’e hakaret etti? Verdiği örnekler âyet filân değil. Üstelik konuşmacı bunlardan şiddetle şikâyet ediyor. O hukuk ve geometrik kaidelerini verdikten sonra “Cehennemin dibi! Böyle Türkçe mi olur” diye dert yanıyor. Doğrusu sizin şikâyetinizi anlayamadım. Bana somut örnekler verir misiniz? Ne dedi bu adam? Ben böyle sorunca Prof. Ercan kem küm edip durdu. Doğru dürüst hiçbir şey söyleyemedi. Şimdi kanun gereğince bir de sizin ifâdenizi almak mecburiyetindeyim. Anlatın bakalım ne oldu? Ne var?
Şile Cumhuriyet savcısına, Şile’deki konuşmamı özetledim. Berâberimde götürdüğüm iki cilt hâlindeki Sözün Doğrusu kitabımı da verdim. Ve ben sâdece Şile’de değil, Türkiye’nin 81 vilâyetinin yetmişinde kürsüye çıktım. Her yerde söylediklerim, Şile’de anlattıklarım işte bu iki kitabımın içinde vardır. Dedim ve ilâve ettim. 21. yüzyıla girdiğimiz bir zamanda bu iğrenç yalanlardan, iftiralardan, bu utanç verici taassuptan, bu modern yobazlıktan, bu Atatürkçülük ve lâiklik istismarından utanıyorum. Dünyâlar kadar utanıyorum!”

Savcılık gereken bütün araştırmaları, soruşturmaları yaptı ve sonunda tâkipsizlik kararı verdi.

KARAKILIÇ: Bu yanlış anlamalar, bu çirkin isnatlar, bu iğrenç iftiralar bitmiştir inşallah!

BÂKİLER: Biter mi? Doğrusu ben, Türkiye’de Türkçeyi savunmanın bu kadar şiddetli hücumlara yol açacağını hiç düşünmemiştim. İşin içine girince gördüm. Kâmuran İnan, bir Tv programında: “Biz, dünyâda en çok düşmanı olan bir milletiz” demişti. Düşmanlarımız içeride ve dışarıda Türkiye’yi bulgur kazanı gibi kaynatıyorlar.

KARAKILIÇ: Necip Fazıl Kısakürek bir beytinde diyor ki: “Ey düşmanım! Sen benim ifâdem ve hızımsın / Gündüze geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın!” Görüyorum ki size Türkçe dolayısıyla saldıranlar sizi daha çok bilevliyorlar. İnternet sitelerinde size cephe alanlar görüyorum.

-Cephe alanlar değil, sövüp sayanlar var. Şu ulus kelimesi yüzünden söylemediklerini bırakmadılar. Çok bayağı, çok âdi, çok ahlâksız ağızlarla bana sövüp saydılar.

KARAKILIÇ: Siz ulus kelimesini sevmiyor musunuz?

BÂKİLER: Sevmiyorum; çünkü ulus kelimesini millet ve millî kelimelerimizi katletti. Millî kelimesiyle yaptığımız, okurken, söylerken heyecan duyduğumuz deyimlerimizi, tamlamalarımızı unutturdu. Meselâ biz eskiden: kadın milleti, talebe milleti, şoför milleti... diyorduk. Haydi, şimdi kadın ulusu, talebe ulusu, şoför ulusu deyin bakayım güzel mi bunlar?
Millî mücadelemiz, millî marşımız, millî takımımız, millî gelirimiz, millî giderimiz, millî oyunlarımız, millî kıyafetlerimiz, millî maçımız, millî musikimiz, millî ruhumuz, millî şuurumuz, millî gururumuz... şu ulus kelimesi yüzünden yok olup gitti.

Millet kelimesine şiddetle itiraz edenlerin iki gerekçeleri var: Diyorlar ki: “Millet kelimesi Türkçe değildir; millet kelimesi bize ümmeti hatırlatıyor. Esasında: Millet kelimesine düşmanlıkları, onun Arapça olmasından, Kur’an’ın Arapça indirilmesindendir. Kur’an Lâtince, Rusça, Çince... indirilseydi millet kelimesine kat’iyyen itiraz etmezlerdi. Yunancadan, Fransızcadan, İngilizceden... dilimize giren kelimelere itirazları var mı? Millet kelimesinin Türkçe olmadığı doğru. Ama millet ve millî kelimeleri, bizim bin yıldan beri kullandığımız, tamâmen Türkçeleştirdiğimiz kelimeler. Şimdi Arapçadır, Türkçe değildir gerekçesiyle dilimizden attığımız millet kelimesi yerine getirip ulus kelimesini koyduk. İyi ama ulus da Moğolca bir kelime; ulus Türkçe değil ki. Ben bir yazımda bu konuyu işledim. Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın ulus kelimesinin Moğolca olduğuna dair makalesinden bölümler aldım. Bir dil bilginimizin incelemesine dayanarak ulus da Türkçe değildir dedim. Vay efendim sen misin ulus Türkçe değildir diyen! At kaçtı, palan düştü. Bana bir sokak külhanisi ağzıyla sövüp saydıktan sonra diyorlar ki: “ulus, 1930’larda kimi Türk Dil Kurumu üyelerince uydurulmuş ya da Moğol dilinden aparılmış bir söz değil, yüzyıllarca öncesinden bilinen ve kullanılan Türkmen dilinden öz Türkçe bir sözdür.”

Burada bana kırk iftira birden başlıyor. Küfür bataklığından başlarını çıkararak ulus kelimesinin neden öz Türkçe olduğuna dair sözüm ona belgeler veriyor: Efendim Hoca Mes’ud, 14. yüzyılda yazmış olduğu Süheyl ü Nevbahar kitabının 239. ve 335. sayfalarında ulus kelimesini kullanıyormuş. Sonra yine 15. ve 16. yüzyıllarda yazılan falan filân kitaplarda da ulus kelimesi geçiyormuş.

Peki, ben de kalksam aynı adamların eserlerindeki Arapça-Farsça kelimeleri göstersem ve bu adamların zavallı mantığıyla hareket etsem, yüzlerce, belki de binlerce kelimeye öz Türkçe bir kimlik kazandırmış olur muyum?

Ben demiyorum ki Ulus kelimesi 14., 15. yüzyıllarda kullanılmamıştır. Şimdi ben 13. yüzyılda yaşayan Yunus Emre’nin şiirlerindeki meselâ kamu veya kent gibi Soğdca kelimeleri alarak bunlar öz Türkçedir iddiasında bulunabilir miyim?

Şimdi bir de kabul edelim ki, ulus kelimesi gerçekten öz Türkçedir de Prof. Timurtaş ve ben, bu kelimenin Moğolca olduğunu iddia ediyoruz. Edebin, ahlâkın, irfanının zerresine sâhip olan bir adam, söverek, sayarak mı cevâp verir.

Ben diyorum ki işte bizim 1072 tarihli ilk sözlüğümüz olan Divanu Lügat-it Türk. Orada ulus kelimesi yoktur. Ulus Türkçe olsaydı. Kaşgarlı Mahmud, onu lügatine almaz mıydı? 1939 yılında Besim Atalay’ın hazırlayıp bastırdığı sözlüğün 1. cildinin 62. sayfasında ülüş ve uluş kelimeleri vardır da ulus yoktur. Ülüş: pay, hisse uluş ise Çiğilcede köy demektir. Divan-u Lügat-it Türk’ün 2005 yılında, Kabalcı Yayınevi tarafından yeni baskısı yapıldı. Sözlüğün 621. sayfasında ulug-uluş-ulyan-uma-umay kelimeleri vardır da, ulus kelimesi yoktur. Yeni baskıda da: “uluş, çiğil lehçesinde köy demektir” diye açıklanmıştır.

Türk Dil Kurumu tarafından 1975 yılında iki cilt hâlinde bastırılan Türkçe Sözlük’ün 2. cildinin 2280. sayfasında ulus kelimesinin Moğolca olduğu açıkça belirtilmiştir. Ulus kelimesi bu kişilerin iddia ettiği gibi öz Türkçe ise, Türk Dil Kurumu onu neden Moğolca diye gösteriyor? Benim hatırım için mi? Sonra Türkiye’de basılan Moğolca-Türkçe Sözlük’ün 2. cildinin 1346. sayfasında Ulus’un Moğolca olduğu gösterilmiştir. Türk Dil Kurumu Başkanlarından Prof. Dr. Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü (1999) isimli önemli bir eseri var. O sözlüğün 422. sayfasında şöyle bir açıklama bulunuyor:

“Moğol Ulus” ET. uluş. Eski Türkçe uluş’un sonundaki ş, Moğolcada “s”ye çevrilmiştir. Türkçe yemiş, Moğolca cimis örneğinde olduğu gibi. Kırgızca ulut Eski Türkçeden başlayarak kullanıldığını biliyoruz. Orta Türkçede uluş köy ve şehir olarak geçer. Kaşgarlı Mahmud’a göre Çiğiller köy olarak, argular ise şehir olarak kullanırlar. Kutadgu Bilig gibi eserlerde de uluş biçimi geçer. (Arapça millet karşılığı olarak) benimsenmiştir. Moğolcadan Farsçaya da ülüs (ulus) olarak geçmiştir. Remstedt’in verdiği Uygurca ulus biçimi yanlıştır.”
Peki, şimdi bizim Türk Dil Kurumumuz, Prof. Dr. Hasan Eren, Moğolca-Türkçe Sözlüğü hazırlayanlar... ulus Moğolcadır dedikleri için “Amerikan yeşil kuşak mukaddesatçıları mıdırlar?” “Türk-İslâm şantajcıları mıdırlar” yoksa “Soğuk savaş Amerikan şeriatçıları mıdırlar?” Bu ne seviyesizlik, bu ne terbiyesizliktir?

Ulus-Millet çekişmesinde kimse aslan görüp de meydandan kaçmadı. Kendilerini arslan gözüyle görenler aynaya iyi bakmalıdırlar. Gülünç olduklarını göreceklerdir. Kim nasıl kullanırsa kullansın ben millet demeye, millî mücadele demeye devam edeceğim.
Ulusçuların garip bir iddiaları var: Ben kaynak göstererek ulus kelimesinin Moğolcadan geldiğini ortay koyunca, onlar da Atatürk’e sığındılar. “Atatürk Hâkimiyet-i Millî’ye gazetesinin ismini ulus olarak değiştirdi. Sonra devletimize isyan eden bir aşiret, kendisine millî adını aldı. Nokta!” dediler, beğendiniz mi? lâf mı şimdi bu? Peki, Atatürk’ün ulus ismini alması o kelimeyi öz Türkçe yapıyor da Atatürk’ün belki bin defa: Millet, Millî Mücadele, Millet Meclisi, Millî Eğitim, Millî Savunma, Türk Milleti, Büyük Milletimiz, Millî İrade... demesi neden millet kelimesine sinsi bir düşmanlık doğuruyor

Ben, dilde ırkçılık düşüncesiyle hareket eden bir kimse değilim. Türkçemize, yirmi dilden giren ve tamâmen Türkçeleşen binlerce kelime var. Millet kelimesi Arapça bir kelime. Doğru. Ama biz onu bin yıldan beri kullanıyoruz. Şiirlerimize, türkülerimize, deyimlerimize, atasözlerimize giren ve tamamen Türkçeleşen bir kelime oldu. Millet ve millî kelimelerinin hafızalarımızda uyandırdığı, bizi heyecanlandıran hâtıralar var. Onu, “Arapçadır” gerekçesiyle dilimizden atarak yerine Moğolcadan niçin ulus kelimesini alalım?

Bu neye benziyor biliyor musunuz İstanbul’daki, Bursa’daki bin yıllık çınarlarımızı, bunlar Osmanlı devrinden kalma ağaçlardır safsatasıyla keserek yerlerine akasya fidanları dikmeye benziyor.

Bütün bunları şunun için anlatıyorum: Türkiye’de Türkçeye sahip çıkmak kolay değil. Sizi destekleyenler yanında, kırk taraftan saldırıya geçenler de oluyor. Meselâ ben: Bizim öz Türkçe sözlüğümüzde 3.175 kelime var diyorum. Kıyameti koparıyorlar. Sen bunu nasıl söylersin diyorlar. A şaşkın adamlar! Ben bir sözlükten bahsediyorum. Gidin alın Bilgi Yayınevi tarafından 1971 yılında bastırılan ve üzerinde Ali Püsküllüoğlu ismi olan Öz Türkçe Sözlük’ü. Oturun sayın oradaki kelimeleri. Görün öz Türkçemizde kaç kelime olduğunu! O sözlükte, benim de severek kullandığım kelimeler var. Fakat benim kelime dünyâm o sözlükteki kelimelerle sınırlı değil.

KARAKILIÇ: Öz Türkçeye niçin karşı olduğunuzu açıklamadınız daha!

BÂKİLER: Her şeyin özü güzel. Meselâ: Öz anne, öz kardeş, öz baba, öz vatan... gibi ama Türkçenin özü bizi çok dar bir çerçeve içine alıyor. Bugünkü alfabemizde 29 harf var. Bu harfin biri hariç, 28 harfle başlayan kelimelerimiz var. Türkçede yalnız (G) ile kelime başlamıyor. Öz Türkçede ise: C / F/ Ğ / H / J / L/ M / N / P/ R/Ş / V/ Z harfleriyle kelime başlamıyor. Meselâ Ali Püsküllüoğlu’nun Öz Türkçe sözlüğünde bu harflerle başlayan kelime sayısı sadece 114’tür. Hâlbuki Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Türkçe Sözlükte ise bu harflerle başlayan kelime sayısı yirmi bine yakındır. Şimdi biz 114 kelimeyle mi sınırlı kalalım; yoksa yirmi bin kelimeyle mi düşünüp konuşalım? Fert ve millet hayatında önemli olan, zengin bir dille konuşmaktır. Dar, fakir, katı birtakım kelimeler arasına sıkışıp kalmak felâkettir.

Söylemiştim: Zengin bir dilin, insan ve millet hayatındaki büyük önemini bilen Batılı devlet adamları, sekiz yıllık eğitimden geçirdikleri çocukların ders kitaplarını 72.000 kelimeyle yazdırıyorlar. Bu rakam Japonya’da 44.000, İtalya’da 31.000'dir. Türkiye’de ise 6-7000 civarındadır. Bizim çocuklarımız da bu 6-7.000 kelimenin %10’uyla düşünüp konuşuyorlar. Edebiyâtımız, felsefemiz, tekniğimiz işte bunun için Batı edebiyâtından, felsefesinden, tekniğinden gerilerde. 71.000 kelimeyle okuyan, yazan, düşünen kimselerle 6-7.000 kelimeyle okuyup yazanlar elbette bir olamazlar. Bu bakımdan 100.000 kelimelik bir Türkçe sözlüğü bir tarafa iterek 3.175 kelimelik bir öz Türkçe sözlüğe dönmek geriliktir. Bu yolu Atatürk denemiş; fakat kendi ifâdesiyle çıkmaz bir yol olduğunu gördüğü için bu öz Türkçe saplantısından vazgeçmiştir.

KARAKILIÇ: Peki, sizce bu öz Türkçe ısrarının sebebi nedir?

BÂKİLER: Önce sizi, “nedeni nedir?” şeklindeki çirkinliğe, kabalığa düşmediğiniz Türkçeyi doğru kullandığınız için tebrik ederim. Bana göre bu yolun üç sebebi var:

1.Pozitivist düşünce
2.İyi niyet
3.Hem dünkü edebiyâtımızla hem de Türk dünyâsıyla ortak kelimelerimizi dilimizden çıkarıp atmak.

Pozitivist düşünceyi biliyorsunuz. Kurucusu Auguste Comte. Bu düşüncede, deneyi yapılmayan, kanunları koyulmayan iddialara yer yoktur. Bu bakımdan O. Comte, ahiretin kapısını kapamıştır. Bütün ilahî dinleri reddetmiştir. Bizim açımızdan mes’eleye bakarsak Allah’ı, Kur’an’ın getirdiklerini şiddetle reddetmiştir. İnsanın Allah’a değil, 30-35 yaşlarındaki bir kadına tapmalarını tavsiye etmiştir. Bu bakımdan pozitivist düşüncede olanlar, İslâm’a düşmandırlar. Kur’an’a kanlı bıçaklı hasımdırlar.

Beri yanda Marksistler de, Komünistler de bu konuda aynen pozitivistler gibi düşünmektedirler. Komünistlere göre: “Din afyondur. Karl Marks diyor ki: En masum bir Allah fikri, yeryüzünün bütün kanlı cinâyetlerinden, bütün yangınlarından, bütün soygunlarından daha tehlikelidir.”

Şimdi böyle düşünen insanlar, Kur’an karşısında nasıl sessiz sakin durabilirler? Bunlar Kur’an’a, dolayısıyla Kur’an’dan gelen kelimelere bir Ebu Cehil, bir Ebu Leheb, bir vahşî, bir Yezid öfkesiyle düşmandırlar. Merhametleri yoktur. Bu bakımdan Kur’andan gelen bütün kelimeleri sistemli bir şekilde tasfiye etmek gayretindedirler. Bu gayretlerini Arap-Fars düşmanlığı arkasına gizlemeye çalışıyorlar.

Meselâ; Arapçadır gerekçesiyle şu “meselâ” kelimesini dilimizden atıyor yerine Ermeniceden, orinagin kelimesinden gelme örneğini alıyorlar. Örneğin de Ermenicedir diyorum; olsun diyorlar. Arapça olmasın da nece olursa olsun! İsterse Çingenece olsun; yeter ki Arapça olmasın! Şeref kelimesi Arapça mı? At onu, yerine onur kelimesini koy. İyi ama onur da Fransız’ın Onör kelimesinden, hâkimiyet yerine aldığınız egemenlik, kelimesi Yunan’ın hegemonyasından alınma! diyorsunuz. Olsun diyorlar Arapça olmasın da nece olursa olsun. Bu görüş elbette yanlıştır. Bakın şimdi, her gün dilimize İngilizceden, Fransızcadan, Lâtinceden şundan bundan kelimeler giriyor. Bu kelimelere itiraz ediyorlar mı? Meselâ: Anahtar, kilit, kiraz, kundura, fistan, efe, efendi, iskele, iskelet, limon, fotoğraf, balyoz, çerez, hülya, kelimeleri Yunanca. Siz bugüne kadar bu kelimeleri dilimizden çıkarıp atalım diyen bir tek kişi gördünüz mü? Görmediniz. Ben, bu kelimeleri dilimizden atalım demiyorum. Çünkü bunlar artık tamâmen Türkçeleşmiş kelimelerdir. Ama şu: İmkân, ihtiyaç, şart, hayat, edebiyât, şiir, hikâye, hak, hukuk, Allah, cennet, adam, kitap, eser... kelimeleri bazı kimseleri çılgına çeviriyor. Pozitivistlerimiz ve Marksistlerimiz en az, az önce verdiğim o Yunanca kelimeler kadar Türkçeleşen ve herkes tarafından bilinen, sevilen, anlaşılan, kullanılan bu kelimelere bitmez tükenmez bir öfkeyle saldırıyorlar. Sebep, Arap düşmanlığıyla sarıp sarmaladıkları İslâm düşmanlığıdır.

Peki Arab’a niçin düşmandırlar? Efendim “Araplar, Birinci Dünya Harbi’nde bize ihanet etmişler. İngilizlerle Fransızlarla bir olup Mehmetçiklerimizi arkalarından vurmuşlar!” Doğru! Doğru! Doğru! Bin kere, milyon kere doğru! Peki ya şu İngilizlerin, Fransızların, Ermenilerin, Yunan palikaryalarının bize yaptıkları alçaklıklar, ihanetler, zulümler? İzmir’den Polatlı önlerine kadar bütün Batı Anadolu’yu, taş üstünde taş kalmamak kaydıyla yakıp yıkan oraları bir cehennem aleviyle küle çeviren Araplar değildi. İngilizlerin, Fransızların destekledikleri çok medenî Yunanlılardı. Konuyu, bize düşmanlık şeklinde ele alırsak, Batı’nın düşmanlığı, Arab’ın ve Fars’ın düşmanlığından yüz misli, bin misli daha büyüktür.
Dilde tasfiye hareketinde bir de iyi niyetliler var dedim. Bunlar, hiçbir mes’elemizi derinlemesine incelemeyen, bilmeyen kimselerdir. Kendi kendilerine: “Biz niye şunun bunun kelimeleriyle konuşalım! Bizim dilimiz saf bir Türkçe olsun! Dilimizde yabancı kelimeler bulunmasın!” diyen iyi niyetli insanlardır. Bunlar dindar, mütedeyyin olmalarına rağmen, uydum kalabalığa kabilinden, pozitivist veya Marksist düşünceli kimselerin ileri sürdüğü kelimelere sarılan, böyle yapmakla, etrafta, ilerici, devrimci, aydın bilineceklerini alkışlanacaklarını sanan saf dillerdir.

Bir de bizi, hem dünkü edebiyâtımızdan hem de Türk dünyâsının ortak kelimelerinden koparmak isteyen “haricî ve dahilî bedbahtlarımız” var. Bunlar da çok tehlikelidirler. Balzac’ın dediği gibi, “millet edebiyâtı olan topluluktur.” Edebiyâtın temel malzemesi dildir. Dilsiz millet, dilsiz edebiyât olmaz. Bir milletin yazılı ve sözlü edebiyâtı yüzlerce yıllık bir süre içinde meydana geliyor. Millet hayatımızda müsbet ilimlerin de önemi çok büyük. Müsbet ilimlerden kopamayız. Bu felâketimiz olur. Ama müsbet ilimlerin ahlâkî bir endişeleri, maksatları yoktur. Yani biz vatan sevgimizi, millet, bayrak, hürriyet sevgimizi, aşkımızı, beşerî münâsebetlerde nasıl davranmamız gerektiğini, müsbet ilimlerden öğrenenleyiz. Bunlar, müsbet ilimlerin konuları değildirler. Bu duyguları, bizde edebî eserlerimiz uyandırır. Bizi insan yapan yücelten, medenîleştiren bu hasletleri, biz türkülerimizden, şarkılarımızdan, destanlarımızdan, atasözlerimizden, şiirlerimizden yani edebiyâtımızdan alırız. Bizim nesillerimizi edebiyâtımızdan koparanlar, odun gibi kalabalıklar meydana getirmek istiyorlar. Ruhsuz, imânsız, düşüncesiz, idealsiz basit kalabalıklar… İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız gençleri ve askerleri, ceketlerinin iç ceplerinin üstüne “savaşma seviş!” kelimelerini yapıştırmışlardı. Vatanları için savaşmamış, sonra Alman orduları karşısında rezil kepaze olmuşlardı. Bir de bizim Çanakkale Savaşı’mızı düşünün; orada bir metrekarede yirmi beş kahramanımızın kemikleri bulunuyor. Kolay mı hür ve bağımsız yaşamak? Mithat Cemal Kuntay ne diyor?

“Bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

Bir de, zenberekleri içerden ve dışaradan kurulan hinoğlu hinler var. Bunlar, Türk dünyâsındaki ortak kelimelerini ortadan kaldırmakla, unutturmakla vazifelidirler. Moskova’nın ve Çin’in milletimiz üzerinde oynadıklarını bilmeyenler, söylediklerime dudak bükeceklerdir. Konu çok uzun ve mühimdir. Şimdi ben merak edeceklere soruyorum: Dünyâda her milletin bir alfabesi var. Dünyâda 29 alfabeyle okuyan yazan tek millet biziz. Niçin acaba? Türkçe, bir büyük milletin dilidir. Türk milletinin çeşitli boyları ve lehçeleri vardır. Ama her boydan ayrı bir millet, her lehçeden ve ağızdan ayrı bir dil çıkarmak neyin nesidir? Azerbaycanca, Türkmence, Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Uygurca, Tatarca ne demektir? Türkler % 98 nisbetinde belki de % 99 nisbetinde Müslümandırlar. Bu bakımdan İslâm’dan gelen ortak kelimeleri vardır. Bugün o kelimeler de yavaş yavaş tasfiye ediliyor. Açın bakın, araştırın, bizden başka hiçbir Türk topluluğunda; olanak yoktur, olasılık, koşul, yaşam, örneğin, özgürlük, gereksinim, saptamak, onur, egemenlik, okul, gökçe yazın, yır-ulus... yoktur. Türkçedeki ortak kelimeler, acaba neden birer ikişer yok ediliyor? Bunun kime ne faydası var? Bir kelime deyip geçmeyin. Bir kelime, bazen bir cihan demektir. Bir kelimenin atılması bazen yüz civarında deyimin vecizenin, atasözünün yok olup gitmesi demektir. Ve bilelim ki: bizim vazifemiz dilimizi zenginleştirmek midir fakirleştirmek midir? Bizim vazifemiz, Türk toplulukları arasındaki ortak kelimeleri yaşatmak mıdır yoksa öldürmek midir?

KARAKILIÇ: Son bir sorum daha var: Geçen yıl, Gaziantep’te yapılan Zeugma Şiir Festivaline veya günlerine valilik tarafından dâvet edildiğiniz hâlde neden gitmediniz?

BÂKİLER: Gaziantep Valisi, bizim eski Sivas valisiydi. Çok değerli, çok başarılı bir vali olduğunu her yerde söylemişimdir. Üstelik sevdiğim-saydığım bir kişidir. Fakat programın ismi yüzünden geceye katılmadım. Vali bey bana ayrıca telefon da açtı. Düşüncelerimi ona da söyledim: Vali bey dedim, ne demek Zeugma? Biz 1071 yılından önce bile Anadolu topraklarını Türkleştirmeye başladık. Gaziantep gibi bir yerde eski Roma’ya ait bir şehrin Zeugma ismi neden öne çıkarılıyor? Arif Nihat Asya merhum diyor ki:

“Ben ki, ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
Tuna'yla, İtil’le, Nil’le konuşurdum
Sangaryos’u Sakarya yapan,
İkonyum’u Konya yapan dille konuşurdum”

Batı dünyâsı, bize Anadolu’da hayat hakkı tanımak istemiyor. Batı dünyâsı bizim Balkanlardaki, toprak üstündeki güzelim eserlerimizi yakıp yıkıyor. Türkçe isimleri ortadan kaldırıyor. Biz de Roma İmparatorluğu’nun çoktan toprak altında kalmış şehirlerini ortaya çıkarıyor, o şehirlerin adını yaşatmaya, yaymaya çalışıyoruz. Bu Zeugma ismi, benim Türkçe anlayışıma, düşünceme çok ters geliyor. Bu yüzden programa katılmak istemiyorum. Beni lütfen mazur görün dedim. Vali Bey dedi ki: “Gelin Gaziantep’e, bunları programın yapıldığı gece kürsüye çıkıp söyleyin. Orada söyleyin!"
Beni lütfen bağışlayın gelemem dedim ve o Zeugma Şiir Gecesine katılmadım.

KARAKILIÇ: Efendim yapmış olduğunuz açıklamalar karşısında bir Türk olarak gerçekten utandım. Görüyorum ki, biz maalesef bir kültür aşınması içerisindeyiz. Varlık sebebimiz, şah damarımız olan Türkçemize karşı kayıtsızlığımız, üstümüzde oynanan oyunlara karşı sessizliğimiz kültür kirlenmemizden kaynaklanıyor. Çevre kirliliği üzerinde duranlar, nedense kültür kirlenmemize ciddiyetle eğilmiyorlar. Kaldı ki çevre kirliliği de kültür kirlenmemizden kaynaklanıyor. Doğrusu, bundan utanıyor ve üzülüyorum.

BÂKİLER: Bütün bunları size, utanmanız ve üzülmeniz için anlatmadım. Utanacak ve üzülecek olanlar, sizin önünüzde ve üstünüzde olanlardır. Türkçemizi tırpanlıyanlardır.

KARAKILIÇ: Teşekkür ederim efendim.

BÂKİLER : Ben de, ben de teşekkür ederim.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.