Hüseyin Koç

Hüseyin Koç

Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO)

Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO)


Evrendeki mevcut her canlı türünün kendine has-özel bir genetik yapısı vardır. Doğal yolla üretimlerinde bu özel yapı değişmeden nesilden nesle aktarılmaktadır. Bu nedenle de, türlere ait özellikler normal üreme yollarıyla bir türden diğerine aktarılamaz. Dolayısıyla, türler, sahip oldukları genetik özelliklerini muhafaza ederek neslinin idamesini sürdürürler.
Kültür bitkilerini; kuraklığa, dona, yatmaya, hastalık ve zararlılara karşı daha dayanıklı, verimi ve kalitesi daha yüksek hale getirebilmek için, doğasında olmayan genlerle takviye ederek hedeflere ulaşmanın yolları aranmış ve aranmaktadır. a) Klasik yöntem: Aranan gen, tür içindeki bir bitkide varsa, bu gen melezleme yoluyla aynı türe ait bir bitkiye aktarılabilmektedir. Aktarılan gen, aktarılan bitkinin genetik yapısında hiçbir değişikliğe sebep olmamaktadır. b) Aranan gen, farklı türe ait bitkide bulunan bir gen ise, bu gen farklı türe ait bitkiye ancak biyoteknolojik yöntemlerle aktarılabilir.
Biyolojik yöntemlerle hastalık ve zararlılara dayanıklılık geni aktarılan tür, artık yeni bir biyotip olup hastalık ve zararlıya karşı dayanıklı hale geldiğinden türün hastalık ve zararlılardan zarar görme riski kalkmıştır. Bu şekilde, üretimi yapılmakta olan çeşitte henüz bulunmayan fakat olması arzu edilen her özellik, bu özelliği belirleyen genin aktarımı ile yeni özellikli çeşitler elde etmek mümkündür. Bu yeni bitkiye “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” (GDO) veya “Transgenik” bitki denilmektedir. Kazanılmış olan yeni özellik, nesilden nesle aktarılabilmektedir. Dolayısıyla, domuza ait bir gen domatese, bakteri veya virüse ait gen de, bir bitkiye aktarılabilmektedir.
GDO’lu bitkiler, hastalık ve zararlılar bağlamında aranan özellikli bir bitki konumundadır. Çevreyi koruyarak fakat insan ve hayvan sağlığına zararlı olmadan ve insanlığın ihtiyacı olan miktarda üretimin gerçekleştirilmesinde kullanılması fevkalade hümanist bir yaklaşımdır. Ancak, olay bu kadar masum değildir. Bunun için ülkeler, Biyogüvenlik Yasası ile, ülke insanını, hayvanını ve doğasını koruma altına alır. Bizde ise, Biyogüvenlik yasası çıkarılmadan GDO yönetmeliğinin çıkarılmış olması, başlı başına bir skandal teşkil etmektedir. Buna rağmen GDO’lu ürünü 3 farklı yönden değerlendirmek gerekir. 1) Çevre, 2) Sağlık ve 3) Üretim.
1) Çevre
Ülkemiz, Avrupa kıtasının sahip olduğu kadar (12.000 tür) biyolojik zenginliğe sahiptir ve bunun 3.905’i endemiktir. Bu doğal varlığımız, son derece önemlidir. GDO’lu bitkiler, etrafa yaydıkları polen tozları ile doğal floradaki saf bitkilerin genetiğini değiştirir. Genetiği değişen her bitki artık bir GDO’lu bitkidir. GDO’lu bitkilerdeki tozlanmanın bu şekilde devam etmesi halinde kısa zamanda doğadaki tüm yabancı otları ve aynı zamanda genetiği değiştirilmemiş çeşide ait bitkileri de GDO’lu hale getirir. Geni alan yabancı otlar ve yerli çeşitlere ait bitkiler, mücadelesi güçleştirilmiş bir şekilde çoğalır. Doğadaki yabancı otlar ve üretimdeki yerli çeşitler, orijinal durumdaki genetik özelliğini kaybedince, bir süre sonra, doğadaki zengin biyoçeşitliliğin yerini, GDO’lu homojen bitkiler alır. Ayrıca, böceklere karşı dayanıklı olan GDO’lu bitkiler, böcekleri yiyerek beslenen yararlı böcek türlerinin de yok olmasına neden olur. Üretim yılında yetiştirilen GDO’lu bitkilerin hasattan sonra tarlada kalanları, münavebedeki bitki için yabancı ot konumunda olacağından, yapılacak ilaçlı mücadelede dayanıklılık gösterecek ve yapılacak ilaçlı mücadeleden beklenen sonuç alınmayacaktır. Sonuç alınabilmesi için daha fazla ilaç kullanılacaktır. Bu ise, zirai ilaç firmalarının beklediği bir sonuçtur. Başka bir anlatımla, ülkemizde de GDO’lu bitki üretimine izin konusundaki ısrarın arkasında, tarımsal ilaç satışındaki patlama beklentisi vardır.
26.10.2009 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik”te, “Türkiye flora ve faunası için potansiyel bir tehlike oluşturmasını engellemek üzere GDO’nun Türkiye’de yakın akraba ve yabanileri olan türlere ait olmadığını gösterir bilgi ve belgeler istenebilir” ifadesi bulunmaktadır. Mevcut GDO’lu bitkilerin % 99’unu soya, mısır, kolza ve pamuk oluşturmakla beraber patates, domates, pirinç, buğday, balkabağı, ayçiçeği, yerfıstığı, kasava ve papaya (muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun ve karpuzda GDO çalışmaları devam etmekte) olduğu dikkate alınırsa, ilgili yönetmeliğin ne kadar içeriksiz ve özüne ters düştüğü, ülke insanı, hayvanı ve doğasının da ne kadar korumasız bırakıldığı anlaşılır. “İstenebilir” ifadesinin acziyetinden dolayı “istenmemesi” baskındır. Yani, tehdit unsurları keyfiyete bırakılmıştır.
2) Sağlık
Bakanlar Kurulu’na sunulan “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağı”, yeni yasama döneminde Meclis’e gelmesi beklenirken, geri çekilmiş, yasa çıkarılmadan yönetmelik çıkarılmıştır. Bütün bu garipliklere rağmen yapılan resmi açıklamalarda sanki GDO’lu ürün ithalatı ve gıda üretimi yasaklanıyormuş gibi bir hava oluşturulmaktadır. Tarım Bakanı Sayın Eker’in, GDO’lu ürüne dair yönetmelikle ilgili basın açıklamasında “...ABD, Arjantin, Brezilya, Çin, Kanada, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika başta olmak üzere 28 ülkede üretilen GDO’lu tohum ve buna bağlı GDO’lu gıda ve yem ham maddeleri, biyolojik çeşitliliğimizin korunmasını ve sürdürülebilir kılınmasını tehdit etmektedir... Bu yönetmelikle, insan yaşamı ve sağlığı, hayvan sağlığı ve refahı, tüketici çıkarları ve çevrenin en üst düzeyde korunmasını riske sokanlar ile insan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotikleri taşıyan GDO ve GDO’lu ürünleri içeren gıda ve yem maddelerinin ithalatı ve bebek mamalarında kullanımı da yasaklanmıştır” ifadeleri, aşağıda belirtilen sonuçlarla havada kalmaktadır.
Dünyada GDO’lu üretimin % 99’u; ABD, Arjantin, Kanada ve Çin kaynaklı olup ülkemize ithal edilen GDO’lu ürünün % 90’dan fazlasını pamuk, soya, kanola ve mısır oluşturmaktadır. ABD ve Arjantin’den 2003 yılında ithal edilen mısırın miktarı 1.8 milyon ton ve soya 900.000 tondur. Mısır ve soya, ülkemizde 1500’ün üzerinde gıda maddesinde katkı olarak kullanılmaktadır. Mısır ve soyadan üretilen 800 çeşit GDO içeren ürün, tüketici sofrasına girmektedir. Tüketici durumu bilmese de bisküvi, kraker, puding, bitkisel yağ, bebek maması, çikolata ve gofret gibi pek çok gıda ürününde GDO’lu ürün bulunmaktadır. Çıkarılan yönetmelikte ithalatçının beyanı esas alınmakta, GDO’suz ürünün etiketinde GDO’suz olduğunu belirtmek de (madde 5.3) yasaktır! Yönetmelik bu haliyle, tüketiciyi koruma yerine GDO’lu ürünün ticaretini kurallara bağlayan bir düzenleme niteliği taşımakta olup düşündürücüdür.
GDO’lu bitkilerin ilk belirlenen riski, alerjiye sebep olmasıdır. Tüketici, alerjin taşıdığını bilmediği besini tüketerek kendini riske atabilir. GDO’lu ürün tüketimine bağlı olarak, son üç yılda Rusya’da, alerji belirtisi gösteren hastaların sayısında 3 kat artış olduğu saptanmıştır. Böbrek yetersizliği, kısırlık, fiziksel özürlülük vb gibi çok sayıda hastalığın sırada olduğu ilgililerce ifade edilmektedir. İleriki yıllarda, ülkemizde hangi hastalıkların artacağı belli değildir. Ancak, bilinen gerçek şu ki, Çernobil faciasından sonra yayılan radyasyonun etkisiz olduğunu, Karadeniz Bölgesine yaptığı gezilerde halkın önünde çay içerek halka güven vermeye çalışan sorumluların kendileri ebediyete intikal etmiş olsa da, bugün o bölgede kanserli sayısında bir patlama yaşanmaktadır. Sergilenen tavır, “bugün benim keyfimi kaçırma, bekle gör”dür. Sabrı ve ömrü olanlara nasihat!!! Şaka bir tarafa, tüketilen GDO’lu ürünler nedeniyle “3 çocuk projesi” de havada kalmasın!!! Ya da, bizi içten ve dıştan yok etmek isteyenler, biraz sabırlı olsalar kısa bir zaman sonra bir çatışma olmadan kısırlık nedeniyle sonuca varacaklar mı yoksa?
Hayvan sağlığı açısından da durum farklı değildir. Örneğin, süt verimini artırmak için ineklere GDO’lu ürünler verilmekte ve hayvanların sağlıkları bozulmaktadır. Bozulmaya bağlı olarak meme enfeksiyonları, rahim, sindirim sistemi bozuklukları, yumurtalık kistleri görüldüğü gibi gebelik oranı düşmekte ve antibiyotik kullanma sıklığı artmaktadır. Muhtemel hastalıkların sayısını sıralamaya gerek var mı?
3) Üretim
Tarımcının görevi, insanlığın beslenme, barınma ve giyinmede ihtiyaç duyduğu tarımsal ürünleri yeterli miktarda ve yüksek kalitede yetiştirmektir. Gereksinimi ise: a) Yeterli büyüklükte tarım alanı bulmak, b) Birim alanda verimi artırmaktır. Tarım alanını genişletmek mümkün değildir. İhtiyacı karşılayabilmek için birim alandan verimi artırmak ve bitkiyi hastalık ve zararlılara karşı korumak gerekir. Bu bağlamda, ülkemiz için, “verimi artırmak konusunda gerekli olan tüm agro-teknik tedbirler alınmıştır” denemez. Tarımsal ihtiyacımızı yerel kaynaklardan sağlayamadığımız doğrudur, ancak yapılacak uygulamalarımızın kalmadığı söylenemez. Dolayısıyla, öncelikle, henüz pratiğe intikal ettiremediğimiz agro-teknik eksikliklerimizin tamamlanması gerekmektedir. Eksiğimizin tamamlanması halinde, yakın gelecekte ülkemizin ciddi bir tarımsal ürün açığı göstertmeyecek potansiyelimiz vardır. Zaten, GDO’lu bitkilerin verimlerinin de çok yüksek olduğu söylenemez. Bu nedenle, öncelikle ve özellikle yerel kaynaklarımızın değerlendirilmesi ve potansiyelimizin harekete geçirilmesi gerekmektedir.
Düşünce ve imkanlarımızı, yerel kaynaklarımızı harekete geçirmede kullanmamız, bağımlılıktan kurtulmanın ilk hamlesidir. Açılan kapılarla birileri memnun edilebilir. Açılan kapının yerel ve memnun edilenin de yerli halk olması, yönetim erkini elinde bulunduranları en çok onurlandıracak durumlardır. Hatadan dönmek de büyük fazilettir. Çıkarılan ilgili yönetmeliğin iptali ve Biyogüvenlik Yasasının bir an önce Meclis’e getirilip tartışmaya açılması, fazilet için bir fırsattır.




Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüseyin Koç Arşivi