Seçimde haksız rekabet

Seçimde haksız rekabet

Seçim süreci hafta başından itibaren resmen başladı. Teknik hazırlıklar YSK tarafından ilân edilen takvim çerçevesinde devam ederken, partiler arasındaki yarışın da giderek kızışacağı bir ortama doğru gidiyoruz.

Temennîmiz bu yarışın medenî bir üslûpla ve ahlâkî bir zeminde cereyan etmesi; bel altı vuruşlar ve düzeysiz polemiklerle lekelenmemesi.
Yarış başlarken esefle altı çizilmesi gereken bir nokta, bu seçimin de 12 Eylül ürünü seçim ve partiler kanunlarındaki antidemokratik ve hukuk dışı düzenlemelere göre yapılacak olması.
Bunlardan biri, partilere yapılacak olan Hazine yardımından sadece üç partinin yararlanması.
Buna göre, geçtiğimiz Ocak ayında 61.1 milyonu AKP’ye, 27.8 milyonu CHP’ye, 19.4 milyonu MHP’ye olmak üzere üç partiye genel bütçeden toplam 109.1 milyon lira aktarılmışken...
Bu hafta da seçim yardımı olarak, bu rakamın iki katı bir meblâg daha verilecek: AKP’ye 124.4 milyon, CHP’ye 55.7 milyon ve MHP’ye de 38.9 milyon TL. Toplam yekûn 218.2 milyon lira.
Ocak’ta verilenle birlikte 327.3 milyon TL.
Sıfır atmadan önceki rakamla 327.3 trilyon.
Üç parti kasalarını dolduran bu paralarla diledikleri gibi propaganda ve seçim çalışması yapabilecek, diğerleri ise kendi yağlarıyla kavrulacak.
Biliyorsunuz, seçime tam 27 parti giriyor. Ama milletin kesesinden çıkan parayla oluşturulan bütçeden Hazine ve seçim yardımı adı altında aktarılan kaynaklar sadece üç partiye gidiyor.
Peki, bu durum bir haksız rekabet oluşturmuyor mu? Milletin parası üç parti arasında bölüştürülüp aslan payı AKP’ye verilirken, diğer partilerin böyle bir imkândan mahrum olarak seçim yarışına katılmak zorunda bırakılmaları hak, adalet ve eşitlik ilkeleriyle bağdaştırılabilir mi?
Denilebilir ki: “O 27 partinin çoğu tabela partisinden başka birşey değil. Başlarındaki kişilerin ‘lider egosu’nu tatminden öte bir hedefleri olmadığı gibi, toplumda bir karşılıkları da yok.”
Epeyce bir kısmı için durum bu olabilir. Ama içlerinde öyle olmayanlar da var. Siyasette köklü bir geleneği temsil ettikleri halde “zaman ve zeminin merhametsizliğinden,” uluslararası boyutu da olan siyaset ve toplum mühendisliği projeleri gereği kendilerine var olma ve devam etme hakkı tanınmak istenmeyen partiler de mevcut.
Konjonktürel rüzgârlarla bugünkü konumlarını elde eden partileri kayırıp diğerlerini tasfiye etmeye çalışan bir yaklaşımla adalet olur mu?
Bir partinin Hazine yardımı alabilmesi için seçimde asgarî yüzde 7 oy alması gerekiyor. Siyasî Partiler Kanununun ilgili maddesi böyle diyor.
Aslında 1984’te yapılan ilk düzenlemede bu oran, yüzde 10’luk seçim barajı olarak belirlenmiş. Sonra, 1988’de “insaf”a gelip, yüzde 7’ye çekmişler. O günden bugüne bu oran korunmuş. Bu süreçte gelen iktidarların hiçbiri bu haksızlığı ortadan kaldırmamış. Ve zaman içinde kendileri de o düzenlemenin mağduru olmuş.
Şimdi aynı durum, bugünkü iktidarla, karşısındaki Meclis içi muhalefet için söz konusu.
Bugün o haksız düzenlemeden yararlanarak, diğerlerinin mağduriyeti üzerine bina edilmiş bir yapıda yer almayı içlerine sindirebiliyorlar, ama yarın konjonktür değişip de farklı rüzgârlar esmeye başlarsa, onlar da aynı hale düşebilirler.
Seçim barajında olduğu gibi Hazine yardımındaki bu haksızlığı da, “Siyasî istikrarın devamı için gerekli” diye savunanlar, adaletsizlik üzerine kurulu bir istikrarın kalıcı ve sağlıklı olamayacağını unutmasınlar. Haksız rekabetten nemalanmanın gayri ahlâkî bir yaklaşım olduğunu da...
Bu haksızlığın bugüne kadar devamını sağlayan bir diğer faktör Anayasa Mahkemesi. Düzenlemenin adalet, hakkaniyet ve eşitliğe aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için yapılan başvurular, yüksek mahkeme tarafından reddedilmiş.
Tablo, Türkiye’yi bu Meclisteki iki veya üç partiye dayalı yapıya mahkûm etmek isteyen bir anlayışı ele veriyor. Böyle birşey mümkün mü?
Ömrümüz olursa hep birlikte göreceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi