Padişahım çok yaşa!...
Allah, müslümanın hayat düsturu Kuranda buyuruyor: Onlar öyle kimselerdir ki, Rablerinin çağrısına kulak verip, namazı hakkıyla ifa ederler. İşlerini istişare ile yürütürler, kendilerine nasib ettiğimiz imkânlardan hayırlı işlerde sarf ederler. (Şûrâ/38)
Demek ki müslümanlar, işlerini aralarında istişare ile yürütürlermiş. Ben en iyisini bilirim, benim dediğim mutlak doğrudur, sözümün üstüne söz, kararımın üstüne karar, kanaatimin üstüne kanaat olmaz, ben ne dersem başkaları onu kasul edip yapmak zorunda vs. dememeliymiş.
Rabbin çağrısı bu. İşte şuur, Rabbin çağrısını bırakıp, demokrasi oyununun lider sultasına dayanan ve Şeri endişe taşımayan dengeler üzerine kurulu çarklarından medet ummak değil, tarihin en gizli monarşisi olan demokrasi labirentinden çıkarak hakikatlere ulaşmaktır.
Şimdi sizi, bu köşede yayımlanan Kuran öğretmeni başını kapatamayacaksa... başlıklı yazıma götürmek istiyorum. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması üzerine 01.04.2012de yazdığım yazıda, uygulamada çıkabilecek bazı sorunlara işaret etmiştim. Bunlardan biri şöyleydi:
Yeni yasa kapsamında doğacak ateş topu gibi bir sorunumuza işaret etmek istiyorum. Bu sorun ivedilikle çözülmezse, hayır yapayım derken yeni şerlerin kapısı açılmış olacaktır. Sorun şu: Okullarda Kuranı ders olarak seçen öğrencilere eğitim verecek öğretmenler, Kuran öğretmenliği âdâbına uyabilecekler mi? Mesela, bir bayan Kuran öğretmeni, derslere başını kapatarak girebilecek mi? Eğer giremeyecekse, Kuranın tesettür ayetini okuyan bir öğrenci, öğretmeninin tesettüre riayet etmemesiyle bu ayeti mukayese ettiğinde, kafasında nasıl bir Kuran algısı oluşacak? Kuran, öyle okunan, ama hayata aktarılması, yaşanması gerekmeyen bir kitaptır algısı oluşmayacak mı? Bir bayan Kuran öğretmenine, Kuran dersi verdirirken başını açma mecburiyetini dayatmak gibi bir soruna nasıl bir çare düşünüldü?
Bunları yazdım diye, iktidarın her icraatında bir keramet aramayı marifet sayan şakşakçılar demediğini bırakmamıştı. O gün Kuran ders olarak kondu ya, ötesini karıştırma diyenler, ötede neyin karışacağını görmek istememişlerdi. Oysa amacım sadece, olası problemlerin olmadan önce görülerek engellenmesine katkıda bulunmaktı.
Şimdi de sizi, bizim gazetede dün yer alan bir habere götüreyim. Koray Taşdemirin Kuran dersi veriyor ama başını örtemiyor başlıklı haberine...
İlahiyat Fakültelerinden mezun olup Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammedin Hayatı gibi derslere giren.... öğretmenlere başları açtırılıyor. Derse girdiklerinde öğrencilerine kapanmanın Allahın bir emri olduğunu anlatırken sıkıntı yaşadıklarını söyleyen öğretmenler, Bazen öğrencilerimiz ....siz neden başörtü takmıyorsunuz? diye soruyorlar, bir şey diyemiyoruz şeklinde dert yanıyor.
Popülist yaklaşımla, yaptım oldu mantığıyla, başkasının fikrine itibar etmeden, uyarıları dikkate almadan, istişareleri tamamlamadan yapılan icraatlar gün gelir, işte böyle elde patlar. O günler bu soruna dikkat çektim diye bir vatan haini ilan edilmediğim kalmıştı. Alın işte, kucağınıza ateş topu gibi bir sorun düştü. Şimdi ne diyeceksiniz bakalım? Neyi, nasıl savunacaksınız? Nasıl tevil edecek, nereden çıkış yolu bulacak, hangi kılıfı uyduracaksınız?
Neden böyle oluyor?
Cevap açık: Müslümanlar, işlerini istişare ile yürütmüyorlar!
Lider olarak peşine düşülenler sulta derdinde olmasa bile, lidere itaatin dozunu kaçıran takipçiler, lideri sultan haline getiriyorlar; lider sultasını kendi elleriyle tesis ediyorlar. Yaltakçılar tarafından her yaptığı alkışlanan liderin basireti bir noktadan sonra bağlanıyor. Artık hatalarda bile marifet aramak sıradanlaşıyor. Oysa marifet, hatayı kutsamak değil, farkedip düzeltmek olmalı. Her uyarının altında kötü niyet aramak niye?
Basiret bağlanmasının, İslamın istişare pratiğinden uzaklaşarak demokratik mekanizmanın labirentlerine kilitlenmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Önceki gün Ankaranın politika kulvarlarında yaşanan ibretli bir hadise, buna örnek olarak cuk diye oturuveriyor.
Yerel seçimlerin erkene alınmasına ilişkin Anayasa değişikliğinin referanduma kalması üzerine Başbakan Yardımcısı Bülent Arınçın söylediği öyle bir söz vardı ki, demokraside işlerin nasıl yürüdüğünü de, sorunların nereden kaynaklandığını da göstermesi bakımından çok önemliydi. Sayın Arınç şöyle diyordu:
Bir partinin genel başkanının.... prestiji var, gücü var. Ben buna imza koydum, bu teklif benimdir dedikten sonra hiçbir milletvekili hiçbir düşünceyle bunun aleyhinde bir davranış gösteremez. Gösterirse yanlış olur, o kadar büyük bir yanlış olur ki, sonunda siyasi hayata veda etmek zorunda bile kalabilir.
Fazla söze ne hacet! Bu sözün bir adım sonrasının sloganı bellidir: Padişahım çok yaşa! Peki, istişareye ne oldu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.