Fazıl Say sövecek de, biz susacak mıyız?
Hikâyeyi bilirsiniz...Vakt-i zamanında, şehirlerden bir şehirde “küfürbaz” bir adam yaşarmış... Ne yaptılar, ne ettilerse, adamı “küfretme” alışkanlığından bir türlü vazgeçirememişler.
En sonunda
Bir “tekke”ye gitmesini istemişler...
Orada, alim bir zat varmış...
Adam da, “sövgü” alışkanlığından rahatsız ya, gitmiş “tekke”ye, “şeyh” efendinin emrine amade olmuş...
Demiş ki şeyh efendiye;
“Böyleyken böyle... Ben, bu huyumdan kurtulmak istiyorum...
Emrinizdeyim.”
Şeyh efendi bakmış; adam gerçekten samimi... Niyeti halis... Geri çevirmek olmaz...
“Mürit”lerden birine seslenip, “bir avuç bakla” getirtmiş...
Bunları okuyup üfledikten sonra, yeni dervişe vermiş ve şu tembihatta bulunmuş;
“Şimdi bu bakla tanelerini al... Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy... Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfür etmeme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin... Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayınca, cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.”
Adamcağız, denileni aynen yapmaya, dolayısıyla kendini kontrol etmeye başlamış..
Tabiî, şeyh de “bakla”yı vermekle kalmamış... Adamı, hemen hemen her gittiği yere götürmeye başlamış...
Yani, çifte kontrol...
Günlerden bir gün, yine yola çıkmışlar...
Ama o da ne?..
Hava öyle bir yağmurlu ki, yağmur “bardaktan boşanırcasına” yağıyor.
“Sırılsıklam” vaziyette bir sokaktan geçerlerken, bir evin penceresi hızla açılmış ve bir kız çocuğu başını uzatarak; “Şeyh efendi, biraz durur musun?” demiş ve aynı hızla pencereyi kapatmış...
Şeyh efendi ve müritleri “hayırdır inşallah” deyip beklemeye başlamışlar.
Dedik ya;
Yağmur, bardaktan boşanırcasına yağmaya devam ediyor...
Şu işe bakın ki;
Sığınılacak bir saçak altı da yok...
Kız çocuğu ise gitmiş, geleceği yok!..
Üzerlerindeki elbiselerde bir milim bile kuru yer kalmadığı esnada, kız çocuğu tekrar pencereye çıkmış ve demiş ki;
“Şeyh efendi, birkaç dakika daha bekleyebilir misiniz?”
Şeyh efendi; içinden “lahavle” çekse de denileni yapmamak “tarikat adabı”na mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze almış... O sırada, küfürbaz derviş de kendi kendine söylenmeye başlamış... Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar.
Nihayet pencere üçüncü defa açılmış ve kız seslenmiş;
“Artık gidebilirsiniz!”
Şeyh efendi merak etmiş ve sormuş;
“İyi de evlâdım; bir şey yok ise bizi niçin beklettin?”
“Efendim, demiş kız;
Elbette bir şey var, sizi sebepsiz yere bekletmiş değiliz... Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk... Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış... Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu! Onun için beklettik sizi!..”
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi;
“Ulan derviş” demiş;
“Çıkar ağzından baklayı!..”
BAKLA, BAKLA, GEL DE SAKLA!
Malûm;
Benim için de “küfürbaz yazar” diyorlar... Diye diye, adımı “küfürbaz yazar”a çıkarttılar.
Haa, şikâyetçi miyim?..
Asla...
Hatta, bir ara yazdım da;
“Sövmüşsem, vardır bir sebebi!”
Ben; “ne zaman, nasıl ve kime sövüleceğini” çok iyi bilirim... O zaman geldiğinde de, ağzımdan “bakla”yı çıkartır ve hak edene hak ettiği dilden cevabını veririm...
İşte bugünler, “baklayı ağızdan çıkarma”yı gerektiren günlerdir.
Önce Fazıl Say,
Sonra Sevan Nişanyan!..
Ne gariptir ki;
“Adı çıkmış dokuza, inmez sekize” olan ben “küfürbaz” olarak anılırken, bu ikisi, beni bile sollamış durumda...
Aramızdaki tek fark;
Onlar “İslâm dini”ne ve “Dince kutsal sayılan kişi ve mekânlara alenen hakaret” ediyorlar... Ben ise, bu gibilere!..
Onlar “din”e küfrediyor,
Ben, onlardaki bu “kin”e!..
Gelin, görün ki;
Onlara “aydın” deniliyor,
Bana ise “küfürbaz!”
Hangisine küfretsem acaba?..
Onlara mı, onlara “aydın” diyen “cahil sürüsü”ne mi?..
Sevan Nişanyan dedikleri adamın boynuna takılacak tek nişan; “B.k dolu bir kavanoz” veya bir “helâ taşı”dır!..
Zira;
Bu adam, Mayıs 2008’de “koynuna aldığı karısı”nın başından aşağı, “kavanoza doldurduğu b.kunu döken” adamdır!..
“B.k”la bu kadar içli-dışlı bir adam, koynuna aldığı karısına bile saygı göstermiyorsa, hiç “milletin inancı”na saygı gösterir mi?..
Bu gibiler için, düzenleyeceksin bir ödül töreni, çıkaracaksın kürsüye, boynuna bir “helâ taşı” ya da “b.k dolu bir kavanoz” takıp, alkışlar eşliğinde göndereceksin!..
Çünkü bu adamların işi;
“B.k atmak”tır!..
Başka bir şey bilmezler!..
Bunlara, kalkıp da lâf anlatmaya çalışırsan, sadece çeneni yormuş olursun!..
“B.ktan adamlar”a,
Hiç lâf mı anlatılır?..
HEM SÜLÜK, HEM SÜMÜK!
Gelelim Fazıl Say’a...
Al birini, vur ötekine...
Onun da Sevan Nişanyan’dan hiçbir farkı yok... O da, bu toplumun sırtından geçinen bir “sülük” ve aynı zamanda sümkürülesi bir “sümük”tür!..
Ona “sövmek” bile, bir “paye”dir, “adam” yerine koymaktır... Ne var ki; “sümük” de, insan vücudunun bir üretimidir ve onu “Say-mamak” mümkün değildir.
“Sümük” de olsa,
Mecburen “Say-acağız!”
Elbette;
Sümkürüp, rahatlamak için!..
Bilirsiniz;
Bazı “sümük”ler burun içinde dura dura kururlar, katılaşırlar ve argo tabiriyle “hap” olurlar!..
Fazıl Say’ı bilmem ama;
Onun “çorap”ları da, yıkanmaya yıkanmaya katılaşır, kabuklaşır ve ayaktan çıktığında yere yığılıp kalmaz, kolalanmış gibi “kaskatı ve dimdik” dururmuş iyi mi?..
Merak ediyorum;
“Çorapları su yüzü görmeyen” Fazıl Say’ın vücudu hiç su gördü mü?!?..
Yüzünün “nursuz”luğuna, saçının “keçe”liğine bakılırsa, vücudu da, “Hintlilerin vücudu” gibi, suya hasret olsa gerektir!..
İşte böyle bir adama;
Sırf “dine ve dince kutsal sayılan şeylere hakaret” etti diye “aydın” diyorlar iyi mi?..
Zaten öyle değil midir;
Bu ülkede “halka rağmen halkçılık” yapanlara “aydın” denilmez mi?..
Bu ülkede;
“Halkın inanç ve değerlerine söven” adamlar “aydın” denilerek baştacı edilmez mi?..
Bu ülkede, bir üniversite bitirip “diploma” aldın mı, hele de “şarkıcı, türkücü, çalgıcı” olup, “din aleyhinde” birkaç söz ettin mi, bırakın “aydın” olmayı, “apaydın” bile olur, omuzlarda taşınırsınız!..
Çünkü bu ülke insanının, “aydın”(!)larla bir sorunu vardır!.. Bu ülkenin insanı, son 200-250 yıldır “aydın” denilen “pabucumun aydınları” tarafından hep aşağılanmış, hep horlanmış ve hep dışlanmıştır!..
Bu yüzden de;
Bu halk, “aydın”ları hiç sevmemiş, onlara hep “gâvur aşığı” veya “gâvur uşağı” olarak bakmıştır...
İtiraf etmek gerekir ki;
“Aydın”(!)lar da, bu bakışı haklı çıkaracak eylem ve söylemlere imza atmışlar, hiç “halktan ve değerlerinden” yana olmamışlardır.
Fazıl Say da bunlardan biridir...
HANGİ KERHANEDE DOĞDU?
AK Parti Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’ın deyimiyle, Fazıl Say da kendisini bir “kerhane ürünü” olarak görüyor olmalı ki; “kutsal” olan her mekâna “içine doğduğu mekân” gözüyle bakmaya başlamış...
Eee, “genelev”de doğan, dünyayı da “genelev penceresi”nden görür!..
Ne demişler;
Önemli olan “neye” baktığın değil, “nereden” baktığındır!..
“Genelev”den bakanlar,
Her tarafı “kerhane” görür!..
Fazıl Say da, “kutsal mekân”lara “genelev” olarak bakması yüzünden önceki gün hakim önündeydi...
Tabiî, arkasındaki “kalabalık”la!..
Tarık Akan, Rutkay Aziz, Selçuk Yöntem ve Bülent Kayabaş gibi “aydın”(!)larımız da, ona destek için mahkemedeydi.
Hep bir ağızdan bağırıyorlardı;
“Yalnız değilsin aslanım!..”
“Hepimiz Fazıl’ız!..”
Hani, Erol Köse;
“Bu Fazıl Say’ın, küçükken topu inşaata kaçmış... O yüzden hep salyalı!” demişti ya; Fazıl Say’ın “salya”larını anlıyorum da, bu salya-sümük bağıranlara ne oluyor, işte onu anlayamadım...
Ne yani;
Bu ülkede; “Gazeteci, piyanist, çalgıcı, profesör ve general suç işlemez” diye bir kural mı var ki, Fazıl Say gibi bir “çalgıcı parçası” yargılanıyor diye hemen “Bremen Mızıkacıları” toplanıveriyor etrafında!?!..
Bu yaptıkları “yargıya baskı” değil de nedir?
KENEF AĞIZLI ADAM!
Hadi; iyice azaldıkları ve artık “nesilleri tükenmek üzere” olan “Kelaynak kuşları”na döndükleri için, Fazıl Say’ın etrafındaki “çığırtkanlar korosu”nu anlıyorum da; “Hürriyet’ten kovulduğu” halde, işi pişkinliğe ve arsızlığa vurup, “Hürriyet’in internet sitesi”nde yorumlar yapan Tufan Türenç’e ne oluyor, onu anlayamıyorum...
Fazıl Say’ın önceki günkü duruşması sonrasında demiş ki;
“Şimdi sıra Fazıl Say’da.
Şimdi onu mahkeme önüne çıkardık. ‘Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak...’ filan gibi abuk-subuk suçlamalarla dava açtık ve yargılamaya başladık.”
Lütfen dikkat;
Tufan Türenç’e göre dinî değerlere hakaret, “abuk-sabuk”luktur!..
İstiyor ki;
Hangi “değer” olursa olsun, “ifade hürriyeti sınırsız olmalı” ve herkes özgürce sövebilmelidir!..
Atatürk’e de mi?..
Yooo... Katiyen hayır!..
Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşimin dün hatırlattığı gibi; Tufan Türenç adlı bu zat, 30 Ekim 1998 tarihli yazısında, “Refah Partili bir belediye başkanı” hakkında, bakın neler demiş;
¥ “Birden ekranda kapkara suratlı bir adam belirdi.
Simsiyah, düzensiz, yağlı sakallı, suratından melanet akan bu adam, kenef gibi ağzını açarak, cumhuriyete ve Atatürk’e sövmeye başladı.
Adamın düşüncelerini bir tarafa bırakın, görüntüsü tiksindiriciydi.
2000’e iki yıl kala hem kafasıyla, hem görünümüyle böyle bir çağdışı yaratığın... Belediye Başkanı olması şaşırtıcıydı.”
¥ “Bu sapık açıklamalar, Ankara’yı da harekete geçirdi ve kara suratlı adam, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alındı.
Kuşkusuz yargının önüne çıkarılacak ve hesabını verecek.”
Aslında, Tufan Türenç’e “teşekkür” etmek lâzım... Çünkü bize; “Fazıl Say’a giydirmek” için yol gösterdi.
Onun “RP’li başkan” için söylediklerini, biz de “Fazıl Say”a adapte ediyor ve üstüne basa basa diyoruz ki;
“Suratından melânet akan adam!”
“Ağzını kenef gibi açıp, dine ve kutsal mekânlara sövmeye başladı!”
“Düşüncelerini bir kenara bırakın, görüntüsü bile iğrenç ve tiksindirici!”
“Çağdışı yaratık!”
Daha ne diyeyim?..
En iyisi mi, daha ileri gitmeden ağzıma bir “bakla” atayım da, kendimi frenleyeyim!..
Yoksa, bu iş “kan”ına ve “gen”ine kadar gider ama, “hangi kerhanede dünyaya geldiği” belli olmayan bir adama da “ana-baba, kan-gen” sorulmaz ki!..
Böyle adamlara;
Ne desen boş!..
Müftü ve yalan
Başlıktaki “tezat” herhalde dikkatinizi çekmiştir... Öyle ya; “Müftü” ve “yalan” kelimeleri asla yan yana gelecek iki kelime değildir... Çünkü, “Müftü” denildi mi, akla “doğruluk” gelir, “dürüstlük” gelir, “iyilik” ve “güzellik” gelir.
Ancak, bir müftü “politika”ya bulaşır, hele de “CHP milletvekili” olursa, galiba bu “özellik”lerini kaybediyor.
Tıpkı, CHP’li Müftü İhsan Özkes gibi... Söz konusu İhsan Özkes olunca; maalesef “yalan” ve “müftü” yan yana gelebiliyor... İş bu İhsan Özkes demiş ki; “Hac için 10 bin ek kontenjan alındı, bu da AK Partlilerin yakınlarına kullandırıldı!.. Hacca gitmek için sıramı bekliyorum!”
¥ Yalan 1: Hac için 74 bin kontenjan alındı... Bunun haricinde tek kontenjan bile alınmadı.
¥ Yalan 2: Yürürlükteki mevzuata göre, milletvekilleri, talep etmeleri halinde hacca gidebiliyor... Bu çerçevede başvuruda bulunan 35 milletvekili Çarşamba günü hacca gitti... Ki, bunlardan 5’i de CHP’lidir!..
¥ Yalan 3: Hacca gitmek için sırasını beklediğini söyleyen CHP’li İhsan Özkes, hiçbir “müracaat”ta bulunmamış... Eğer müracaat etseydi, diğer “CHP milletvekilleri” gibi, herhalde o da hacca gidebilirdi... Bay Özkes’in durumu; Milli Piyango’dan “bilet” almadığı halde, “Bana ikramiye çıkmadı” diyen adamlara benziyor... Hem “müracaat” etmemiş, hem de “sıra” bekliyor... Hiç olacak şey mi?..
¥ Yalan 4: Sıra beklediğini söyleyen Bay Özkes, “müftülük” yaptığı dönemde, “tam 6 defa” hacca gitmiş, iyi mi?.
Demek oluyor ki, bir müftü “CHP’li” olunca, maalesef “yalan”la da anılabiliyor...
Yazık; CHP’liliği, maalesef “müftü”lüğünün önüne geçmiş!..