Tarihçi tarafsız olamaz

Türkiye’nin en önemli Tarih Filozofu Şahin Uçar yine ezber bozdu:

Derleyen: Ahmet Can

Geçtiğimiz Pazar TÜYAP Kitap Fuarı’nın son günüydü ve büyük Türk Filozofu Şahin Uçar beyefendi de orada Şule Yayınları’ndan(0212 528 23 57) çıkan “Varlığın Anlamı” isimli kitabını imzalıyordu. Hocayı görünce hemen birkaç fotoğraf çektim ve merakla beklediğim kitabı imzalattıktan sonra okumaya başladım. Hemen hemen satırların hepsini çizmek istememe rağmen çok seçici davranarak bir bölümünü alıntılamak durumundayım. Elbette kitabı bu parçalardan hareketle anlamak mümkün. Hz. Ali’den ilhamla “parça bütünün habercisidir”. Büyük Türk filozofu Şahin Uçar’ın kitabından bütünün remzi parçalar... 

Çağdaş teknolojinin acımasız çelik silahları insanlığı parçalıyor, eziyor. Bir kabusa dönüşen çağdaş tarih rüyasını yorumlamamız gerekiyor.

(...)Aristo’dan başlayarak pek çok filozof tarihi küçümsemiş ve İbn-i Haldun’un da işaret ettiği üzere anlaşılmaz ve esasen anlamsız bir hadiseler yığını olarak telakki etmişlerdir.

Tarihçi, tarihi bir elekten geçirir; eler ve yalnızca kalburüstü saydığı olayları yazar. Ne var ki bu gerçekten var sayabileceğimiz standart bir elek değildir, sadece onu kullanan tarihçinin zihninde mevcut olduğundan, bu kalburun deliklerinin büyüklüğü de tarihçiden tarihçiye değişir.

Aslında geçmişte kalan her şey tarihtir (‘tarih’ kelimesinin anlamı da budur zaten); ancak, geçmişte kalan hadiselerin hangisinin tarih açısından mühim olduğuna, hangi hadiselerin çizilip yazılması gerektiğine, her tarihçi kendisi karar vermek durumundadır. Tarih geçmişte kalan olayların hikayesidir: Pekala, tarihçi neyi yazacaktır? Bütün tarihi olayları mı? Böyle bir şey mümkün değildir.

Evvela pratik bakımından mümkün değil, çünkü tarihçi belli bir tarihi konuyu yazmaktadır ve elbette o konunun dışında gördüğü tarihi olayları yazmayacaktır. Ve tabiidir ki, tarihçi anlatmak istediği neyse, onu anlatmalıdır. Ve kendince konusu ile alakalı görmediği şeyleri zaten anlatmaz. Lakin, kendi konusu çerçevesinde anlattığı meseleler dahi -o konuda bildiklerinin hepsi değil- gerekli gördükleridir. Geçmişin tamamını anlatmıyorsa, tarihçi neyi anlatıyor? Çok basit bir cevabı var bunun: Kendi dünya görüşü ve tarih anlayışı içinde kendisine anlatılması gerekli görünenleri; yani yalnızca kendi tercihlerini... Tarih olayları gerçekte “tercih” olaylarıdır: Şimdi soruyoruz: Niçin tarih herhangi bir tarihçinin tercihleri ile sınırlı olsun, bunun mantığı var mı?

(...) Kelime, nesneleri olduğu gibi gösteren bir ayna değildir; aksine bir perdedir, o perdeyi aralamak için bir kelimeyi başka kelimeyle tarife kalkışmak, gerçeğin yüzüne başka perdeler çekmekten başka işe yaramaz ve bu sonsuz perdelerin hepsini aşmak gerekir. Nesneler tarif edilebilir, kelimeler değil; çünkü, kelime yalnızca bir semboldür. Bir sembolü birtakım başka sembollerle tarif etmek, gerçekten gittikçe daha çok uzaklaşmak demektir.

TATLI SU FRENKLERİ ŞOV YAPMAK İÇİN YABANCI TERİMLERİ KULLANMAYI SEVERLER

Bazı enteller, bizim eski tabirle “tatlı-su frenkleri”, sırf “show yapmak” için yabancı terimleri kullanmayı severler. Dil öğrenmekten maksat elbette gösteriş yapmak değil, düşünce ufuklarını genişletmek; başka bir kültürü ve o kültürün fikirler kadrosunu tanıyarak kendi kültürel değerlerimizle mukayese etme imkanına kavuşmaktır.

(...)Rahmetli hocam Süheyl Ünver “Akıllı olmak marifet değil, akletmek lazım” derdi. İnsan akıllı bir yaratık elbette ve kendi düşüncesinin de farkındadır ve şuurunun dahi şuuruna varabilir (apperception). Her çeşit hadisatı (olayları) hayvan da insan da görür; ancak hayvan belki yalnızca şimdiki anın farkındadır ve onda mücerret ve esaslı bir zaman duygusu yoktur (hafızası varsa bile). Halbuki insan, hatta daha yüksek bir şuur seviyesinde, kendi şuurunu dahi yargılayabilir; yani, onun bir tarihi vardır.

(...) Tarihçi uçsuz bucaksız ve karanlık bir cangılda, tarih ormanı içinde kendine bir yol açmaya çalışmakta ve bu ormanda rastladığı şeyleri dikkatle inceleyerek yolunu bulmaya çalışmaktadır. Ancak kendisi de bu ormanın içindedir ve ormana bir dağın zirvesinden bakmak imkanından mahrum olduğu içindir ki holistik (bütüncü veya başka bir deyişle panoramik) bakış açısından mahrumdur. Şairin dediği gibi: Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler. Ferdi ihata eden sürekli bir bütün, bir continuumdur bu: Eğer bir konteynere binip denize açılırsak, konteyner içindeki hareketlerimizin mahiyet ve istikameti ne olursa olsun; sonuçta, geminin gittiği limana gideriz.

(...) Tarihçi de tarih nehrinin akışı içinde sürüklenerek yol aldığı için (çağının insanı olduğu ve çağının problemleri ışığında düşünerek tarihi yorumladığı için) kendi şuur ve vicdanı dahi yargılama olgunluğuna ve hiç gaflete düşmeyen bir “yüksek şuur” seviyesine erişemez. Tarihçi, tarih hakkında tarafsız olamaz. Hemen hemen bütün tarihçilerde az çok görülen bir kusurdur bu ve biz tarih metodolojisinde buna “tarihselcilik” diyoruz. 

(...) “Eğer rüyalarımızda kendimizi durmadan değişen yerler ve şartlar altında istikrarsız bir biçimde görmeseydik ve gerçek hayat bu bakımdan rüyalara benzeseydi, istikrarsız olsaydı; rüyalarımızı gerçek, gerçek hayatı ise rüya zannederdik.”

(...)Halkın inançlarından ve sağduyudan şüphe etmekle işe başlayan filozoflar, sonunda bizzat felsefeden şüphe ediyorlar. Pyrrhon’dan Bergson’a kadar ‘gerçekte oldukları hali ile nesneler’in (things in themselves) bilinebileceğine inanan yok. Hakikati anlamaya çalışan biz olduğumuza göre, önce kendimiz ile hakikati tefrik etmek zorundayız. Şu halde, kendi hakikat anlayışımızın mahiyeti hakkında düşünerek bizzat kendi şuurumuzu yargılamamız gerekecektir. Bunun için de, lâ teşbih, Âyet’el- Kürsî’de tasvir edilen ‘İlâhi Şuûr’da olduğu gibi, hiç gaybubete ve gaflete düşmeyen (uyanıkken rüya görmeyen) kendi şuurumuzu dahi ihata edebilen beşer-üstü bir beşeri şuur lazım. Böylece, biz kendimiz de, bir bütün olan hakikatin bir parçası olduğumuz halde, bu bütünü parçalıyor ve idrak eden nefsimiz ile idrak edilen hakikat olarak, sübje ve obje şeklinde, ikiye taksim ediyoruz. Bu hal, beşeri idrakin suni bir tefrikidir ve hakikati biraz tarif etmek ma’nâsına gelmektedir, bunun içindir ki, ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler denilmiştir: Göz kendisini göremez. Lakin bu vaziyet, tâbi olmak zorunda kaldığımız bir zarurettir ve düşündüğümüz sürece böyle, ruh-beden; idea-madde; sebep-netice, doğru-yanlış şeklinde (dichotomy’ler şeklinde) aslında bir bütün olan realiteyi parçalara ayırarak idrak etmek hatasından sakınamayız. Böylece kavramları incelerken kılı kırk yaran bir filozof da olsak, idrakimiz gerçeği her adımda biraz daha tahrif ederek ilerler. Ancak bunu da fark edebilmek gerekir: Rahmetli Ordinaryüs Profesör Süheyl Ünver hocam derdi ki: “Dikkat namustur!”

(...)

Heraklit “Her türlü değişme contradictory/çelişkili olduğuna göre; o halde (conradiction/çelişki) paradox (zıtların birliği) realitenin asli cevheridir” diyordu.

“Her şeyin çift yönü vardır: Her şey zıddıyla kaimdir.” Heraklit haklıdır; amma, “değişen/çelişkili şeyleri anlamak” da zordur.

Entellektüel gevezelikler ile, kitaplarla, gazetelerle fikirlerini yayan ve bütün içtimai değerleri tahrip eden bir “huzursuz aydınlar” zümresi modern toplumu öldürmüştür.

(...)Durmadan değişen nesneleri kavramak mümkün değildir. Ne var ki, “tarih” dediğimiz hadiseler dünyası, işte tam böyle bir “tedrici oluşma ve değişmeler” dünyasıdır.” Tarihin bir anlamı da zamandır: Değişme -yani yeni bir şeyin ortaya çıkışı- mantıki terimler içinde ifade edilemez; onun içindir ki varlığı ne kadar güçlü bir şekilde teyit edilse de; Aristo mantığı açısından anlaşılamaz (paradoxal) bir keyfiyettir.

Durmadan değişen şeyler zihin tarafından kavranamaz ve anlaşılamaz. Böyle bir realite, ancak sezilebilir! Heraklit, “Güneş her gün yeniden doğar” diyordu (“külle yevmin hüve fi şe’n” ayetinde ifade edildiği gibi, Allah kainatı her an yeniden yaratmaktadır, her an yeni bir “oluş”tadır ve her şey durmadan yenilenmekte ve değişmektedir.)

ÖLÜLERİN FİKİRLERİNİ TARTIŞMAK ZORUNDAYIZ

Bugünkü devlet politikamızı, hâlâ Atatürk yönlendirmektedir. Biz yaşayan insanlara hitap ediyoruz, elbette muhataplarımız ölüler değildir; ancak, daima ölülerin fikirlerini tartışmak zorundayız. Çünkü mezarlarında yatan ölüler hâlâ bu dünyayı yönetmeye devam etmektedirler. Bugünü şekillendiren, bugünkü statükonun meydana gelmesine sebep olanlar, elbette geçmişte yaşayan insanlardır.

Faust yazarı Goethe’ye sormuşlar: “Hangisi büyük sır? En büyük sır nedir?” Goethe: “Aşikâr sır (open secret) bilinen sır”, demiş, “herkese açık ve zahir olduğu halde, neredeyse hiç kimsenin göremediği...” Çünkü, “görünen” gerçeğin arkasındaki “gizli anlam”, herkesin göremediği bir “açık sır”dır. Yine Goethe’nin sözüdür: “Her göz görür, ama bildiğini görür” demiştir.Filozof edebiyaçı değildir; kelimelerle oyun oynamaz: O, kelimelerle varlıklar arasındaki münasebetleri yargılamak zorundadır. Ne var ki kullandığımız kelimeler gerçekte bizim şuurumuzdur. Onları yargılayabilmek için, kendi şuurumuzu yargılayabilmek lazım. Aslında, insan akıllıdır ve her şeyin ölçüsü olarak kendi aklını kullanmak zorundadır. Onun içindir ki, kendi aklından şikayetçi olan yoktur. Ömer Hayyam diyor ki: “Aklımı pazara götürüp satışa çıkardım; hiç almak isteyen çıkmadı; çünkü herkes kendi aklını beğendiği için, benimkini kimse beğenmedi.” Halbuki, kendi şuur ve idrakimize güvenmemek, yaşayan ve aksiyoner bir canlı olarak tabiatımıza uygun olmadığı gibi, nefsimize de ağır geliyor.

Filozofların tartışmaları insan aklının bir küstahlığıdır

Ulûhiyetin mahiyeti hakkında ilahiyatçı ve filozofların tartışmaları, aşırı cüretkâr olan insan aklının bir küstahlığından ibarettir. Bir bardağın içine Atlantik Okyanusu’nun bütün suyunu doldurmak ister gibi, budalaca bir cüret... İnsan sırf maddi yönüyle dahi kainatın bütününü veya varlık ve hakikatin tamamını anlayamaz. “Ol mâhiler ki derya içeredir, deryâyı bilmezler” (Tanrı’nın varlığına bütün kainat ayetleri ile şahittir; ancak, mahiyeti hakkında ilahiyat ve felsefe tartışmaları biraz fazla haddi aşmak sayılmalıdır.)

(...) Çağımızın, fiziği var; ama ona bir ma’nâ ve bütünlük kazandıracak olan metafiziği yok. Metafiziği olmayan bir dünya, tersine konmuş bir piramit kadar muallakta ve temelsizdir; ontolojisi de (varlık bilgisi de) anlamsız ve saçmadır. Ontolojisi, yani bütün varlık katmanları anlamsızlaşan bir dünyanın ise, ne epistemolojisi (bilgi teorisi, irfan nazariyesi) olur; ne mantığı, ne de hiyerarşisi ve sistemi... Modern medeniyet, Fransız ihtilalinde aklı putlaştırarak başladığı yolculuğuna, “akıl-doğa ve ilerleme” putlarından sonra, nihayet “iktidar hırsının aletinden ibaret bir bilimselcilik putu” ekleyerek, vizyonsuz ve inançsız bir dehşet ve vahşet teknolojisine vasıl olmuştur. Ve bu vaziyet bizi, çekilen sayısız acılara rağmen, nihayet yuvarlanmak zorunda kalacağımız karanlık bir uçurumun kenarına getirmiştir.

(...) Vaktiyle Biruni demiş ki: “Bir alimle bir cahilin konuşması, birbirinin dilini bilmeyen iki farklı milletten, iki kişinin konuşmasına benzer; birbirlerini anlayamazlar.” Gerçekten de ilim dili maalesef “ezoterik”tir (yani gizli, anlaşılmaz, şifrelidir; yalnızca o ilmin erbabı anlar). İşte bunun içindir ki her ihtisas dili halkınkinden farklı bir üst-dildir. 

Hatta öyle görünüyor ki, ihtisas dili halk dilinden uzaklaştığı ve soyutlaştığı ölçüde başarılı oluyor. Mesela, matematik bir dildir ve halk diliyle hiçbir münasebeti kalmamış gibidir ve en sağlam tefekkür dili de odur. Yalnız bu üst-dil tecridinin (bu soyutlamanın) zararlı yönlerini de unutmamak lazım.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yaşam Haberleri