'Kur'an'ın mucizevi koruması' sempozyumunun ardından

Yeni Ümit Dergisi ile Akademik Araştırmalar ve İnternet Vakfı’nın organize ettiği “Kur’an’ın Mucizevi Korunması” başlıklı sempozyum, 9-10 Mayıs 2009 tarihleri arasında, İstanbul Çemberlitaş’taki Fırat Kültür Merk

“KUR'AN'IN MUCİZEVÎ KORUNMASI” SEMPOZYUMUNUN ARDINDAN

Sempozyum İstanbul Beyazıt Camii İmam-Hatibi Suat Gözütok’un okuduğu Kur’ân-ı Kerim tilaveti ile başladı. Gözütok, İbrahim Suresi’nin 38-41 ve Kasas Suresi’nin 84-88. ayetlerini okudu.

     Daha sonra sempozyumun açılış konuşmalarına geçildi. Açılış konuşmalarının ilkini İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ömer Dumlu yaptı. Dumlu konuşmasına, Hz. Âdem’den günümüze kadar risaletin yayılmasını özetleyerek başladı. Sonrasında Kur’an’ın tahrif olmayan yegâne kitap olduğunu, Hz. Âdem ve Havva ile başlayan insanlık serüveninin önemli yolculuklar kat ettiğini söyledi. Farklı ülkeleri gezen müsteşriklerden birinin, gittiği her ülkede Kur'an'ların aynı okunduğunu gördüğünü ve sonunda Kur'an’ın günümüze kadar tahrif olmadan gelen yegâne kitap olduğunu itiraf ettiğini belirtti. Son olarak da, Kur'an mesajının günümüze kadar dağınık faaliyetlerle ortaya konulmaya çalışıldığını, ancak yapılacak olan bu kapsamlı toplantı ile Kur’an mesajının daha güzel aktarılmasının mümkün olabileceğini vurguladı ve bundan sonraki toplantıların Kur’an’ın muhtevasının anlatılması ve içeriğinin anlaşılmasına yönelik olmasını teklif etti.

     Açılış konuşmacılarının ikincisi Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nesimi Yazıcı idi. Yazıcı, Kur'an’ın Peygamberimiz'in vefatından sonra bütün ayetlerinin eksiksiz bir biçimde toplandığını ve sadırdan sadıra, satırdan satıra nakil ile günümüze geldiğini söyleyerek sözlerine başladı. Kur'an'ın harfine kadar hafızlarımız sayesinde nasıl korunduğunun bilindiğini ifade etti. Günümüzde ise sayıları 25'i bulan ilahiyat fakültelerinde, camilerde ve imam hatip liselerinde bu hizmetin devam ettiğini ve 1517’den itibaren Topkapı Saray’ında Kur’an’ın okunmasının hiç durmadığını belirtti. O da aynen sn. Dumlu gibi Kur’an’ın ifade ettiği anlamın anlaşılması, onun yaşanılır kılınması ve bütün insanlığa takdim edilmesinin önemine değindi ve bu konuların ele alıp işlenmesinin gerektiğini vurguladı.

     Daha sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Raşit Küçük açılış konuşması için kürsüye geldi. O, Kur'an’ın hem okunan hem dinlenen bir kitap olduğunu, Allah'ın elçisinin onun nasıl okunacağını ashabına öğrettiğini, onlardan Kur’an’ı dinlediğini, Kur’an’ın dilini hiç bilmeyen insanlara dahi ne kadar etki ettiğini ve bu sayede pek çok kişinin Müslüman olduğunu söyledi. Kur’an’ın her yönü ile ele alınması gerektiğini ve onu anlayıp hayat kitabı haline getirmenin her şeyden önemli olduğunu ifade etti. Kur’an’ın, âlemlerin Rabbinin insanlığa gönderdiği en mükemmel ve en son mesajı olduğunu ve onun zamanları aşan bu özelliklerini insanlığa tanıtma görevini bizim yerine getirmemiz gerektiği vurguladı. Kur’an’ın kendisini anlayan kimseyi istikbale yönelttiğini ve onun tarihi bir malzeme değil, tüm zamanları kuşatan ilahi bir mesaj olduğunu vurguladı. Kur’an’la dost olmanın son derece önemli olduğuna işaret etti. Son olarak da, Allah Rasulünün ve mesajının Kur’an’dan ayrı tutulmasının yanlış olduğunu ifade ederek sözlerini tamamladı.

     Sempozyumun isminde “uluslar arası” ifadesi geçmemesine rağmen Ama katılımcılar ve tebliğciler içerisinde Arap ülkelerinden misafirler de yer alıyordu. Mesela bunlardan birisi Sudan Diyanet İşleri Müsteşarı Ahmet Ali el-İmâm idi. O, yaptığı açılış konuşmasında Kur'an’ın bir hidayet kitabı aynı zamanda geçmişin, günümüzün ve geleceğin bir şah eseri olduğunu vurgulayarak sözlerine başladı. Bunda Türklerin çok büyük emeğinin olduğunu zira onların Kur’an’ı çok güzel bir şekilde yazıp yaşattığını söyledi. Bizim de ümmet olarak Kur’an’ı iyi anlayıp anlatabildiğimiz takdirde daha da ileriye ileriye yürümemizin mümkün olabileceğini vurguladı. Son olarak, Kur'an’ın bütün beyanı ve üslubu ile bir mucize ve bugünkü bilim için bir ışık kaynağı olduğunu ifade etti.

     Daha sonra açılış konuşması için YÖK üyesi ve İSAM başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın kürsüye geldi. Müslümanların Kur'an'ın ve hadislerin korunmasına itina gösterdiklerini, o dönemde ve günümüzde Kur’an’a ve kıraatlere büyük önem verildiğini ve Kur’an’ın okunma lehçelerinde bile bir disiplinin var olduğunu söyledi. Yüce Kitab’ın korunmasının ezber ve yazı yöntemi ile olduğunu, bugün farklı kıraatlerin bile muhafaza edildiğini ve Kur’an’ın ibadetlerde okunmasının ve hafızalarda korunmasının sadece bizim dinimize has bir özellik olduğunu vurguladı. Yahudilikte Tevrat’ın ezberden okunmadığını ve Cumartesi ibadetlerinde onu yüzünden okumanın bir esas olduğunu anlattı. İncil’in Aramice nüshasının bugün elimizde olmadığını, ancak onun Yunanca’ya tercüme edilmiş metninin olduğunu söyledi. Dini metinleri muhafaza etme gereğinin yazılı kültüre geçişi hızlandırdığını, Tevrat’ın tam metninin Hz. Musa’dan 2200 yıl sonra X. Asra ait olduğunu, elimizdeki incil’in ise IV. Asrın eseri olduğunu ifade etti. Daha sonra Aydın, Hz. Osman’a nisbet edilen Topkapı Sarayı Müzesi Nüshası Kur'an’ı Kerim’in, Tayyar Altıkulaç tarafından hazırlanıp kısa bir süre önce IRCICA tarafından neşredildiğini, yine Hz. Osman'a nisbet edilen ve başka bir “Mushaf” olarak bilinen Türk ve İslam Eserleri Müzesi nüshasının da iki cilt halinde İSAM tarafından yayımlandığını ve eski tarihli olarak bilinip Hz. Osman'a nisbet edilen ve 1905'te Ruslar tarafından neşredilen Taşkent nüshasının çok eksik olduğunu belirtti. Dünyanın çeşitli kütüphane ve müzelerinde mevcut en eski mushaflar olarak bilinen Topkapı Sarayı Müzesi ve Türk İslam Eserleri Müzesi nüshalarının her birinde sadece bir kaç varak eksik olması bakımından tam nüsha kabul edilebileceğini belirtti. Hz. Osman'dan günümüze muhkem olarak aktarıldığı belirlenen bu nüshanın neşrinin, hem Kur'an’ı Kerim'in Hz. Osman'dan günümüze intikalinde bir aksama olmadığını göstermesi hem de Müslüman-Türk bir araştırmacıya ait ilk Kur'an neşri olması açısından önemli olduğunu vurguladı. Son olarak eski Mushafların en fazla Yemen’de olduğunu, bunları Almanların yıllarca incelediğini, ama bunlar arasında şu ana kadar en ufak bir farklılık bulamadıklarını sözlerine ekledi.

     Yerli katılımcıların açılış konuşmalarından sonuncusunu Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu yaptı. Konuşmasında Allah’ın bizi yalnız bırakmayıp elçiler gönderdiğini, önceki insanların bu vahiylerin kıymetini bilemeyip onları tahrif etmeleri üzerine Allah’ın Kur’an’ı gönderdiğini ve onun muhafazasını kendi üzerine aldığını, Kur'an’ın kendisinin hem korunmuş olduğunu ve hem de bizi koruduğunu, on dört asırdır onun etrafında birleştiğimizi, Kur’an’ın manası anlaşılsın veya anlaşılmasın okunup dinlenmesinin ibadet olduğunu ve Kur’an’ın manasının anlaşılıp bu anlamın hayata ikame edilmesi gerektiğini vurguladı. Sadece Türkiye'de 90 bin hafız bulunduğunu, her yıl yaklaşık olarak 3 bin hafızın yetiştiğini, 8 bin Kur’an kursunun mevcut olduğunu ve dolayısıyla korumanın sadece yazıyla değil nakille de devam ettiğini belirtti. Bize düşen vazifenin, istikametimizi korumak, Kur’an’ı anlamaya çalışarak Yüce Kitab'ımızı hayatımıza rehber edinmek ve Müslümanların gönlüne girmek olduğunu belirtti. Konuşmasının sonunda Kur’an’ın korunma ve muhafazası hakkında yapılan tartışmaların değil, Müslümanların gönlünün kanaatinin önem arz ettiğini vurguladı.

     Daha sonra misafir konuşmacılardan Fıkhu's-Sire’nin müellifi Dımaşk Üniversitesi’nden Suriyeli Prof. Dr. M. Said Ramazan el-Buti, Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'in dudaklarından çıktıktan sonra yazıldığını ve ezberlenerek günümüze kadar noksansız bir şekilde ulaştırıldığını vurguladı. Kur’an’ın hitâbî, şifâhî ve kitâbî bir metin olduğunu söyledi. İlahi Kitab'ımızın, berrak bir semada ışıl ışıl parlayan muhteşem bir güneş gibi yolumuzu aydınlattığını, bu kitabın çağları aşarak büyük bir ihtimam ile günümüze kadar gelmesinin büyük bir mucize olduğunu, tahrif etmeye çalışanların bunu başaramadığını,  çünkü Kur'an'ı Allah’ın indirdiğini, onu koruyacak olanın da O olduğunu belirtti. Kur’an’ın insanların iç dünyalarına hitap ettiğini, her ayetinde yer alan celâli özelliklerin Arapçayı bilmeyenlerin dahi gönlünü feth ettiğini, onun her türlü beşeri sıfatlardan uzak olduğunu ve ayetlere hangi yönden bakarsak bakalım onlarda mutlaka bir aşkınlık göreceğimizi ifade etti. Türklerin Kur’an’a olan saygısını, Osman Gazi’nin Kur’an bulunan bir odada sabaha kadar yatmadığını anlatan somut bir örnekle göstererek sözlerini bitirdi.

     Açılış konuşmalarından ve öğle arasından sonra, sempozyumun başkanlığını Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ve başkanı Prof. Dr. Hamza Aktan’ın yaptığı I. Oturumuna geçildi.

     Başkan Aktan konuşmasında Kur’an’ın Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman dönemindeki muhafazasını, onu sanki bize vahyolunuyormuş gibi okumamız gerektiğini ve onun okuyucusuna her okuduğunda yeni pencereler açacağını belirtti.

     Bu oturumun ilk konuşmacısı olan Urfa Harran Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Bedir’in tebliğ konusu “Semavi Mesajların (Suhuflar, Tevrat, İncil) Tespit ve Nakil Yöntemleri” idi. Bedir sunumunda Tevrat ve İncil’i ön plana aldı. Kutsal metinlerin indiği toprakları tanıttı. Tevrat ve İncil’den önce inen kitaplara Kur’an’ın “Suhuf-u Ûlâ” dediğini belirtti. Yahudilerin kendilerinden sonraki kitapları kabul etmedikleri için kendi kutsal kitaplarına eski ahit ismini vermeyip ona Tanah dediklerini ifade etti. Tanah’ın Tevrat, Peygamberler ve kitaplar olmak üzere 3 bölümden oluştuğunu, Tevrat’ın ayrıca 5 kısımdan oluştuğunu ve bu bölümlemenin sonradan yapıldığını belirtti. Konuşmacı, Tûr-u Sînâ’daki ilk vahyin M.Ö. 13. asırda, yani bundan yaklaşık olarak 3500 yıl önce olduğunu söyledikten sonra Tevrat’ın kitaplaşma sürecini anlattı. Tevrat’ın Hz. Musa’ya aniden değil belli aralıklarla levhalar halinde verildiğini, Hz. Musa’nın vahyi Tûr Dağı’nda aldıktan sonra bu vahyi halka anlatırken bazı sıkıntılarla karşılaştığını söyledikten sonra Hz. Musa’nın kabrinin Filistin’de olduğunu ilave etti. Tevrat’ın M.Ö. 400 yıllarında fasiküller halinde yazıya geçirildiğini ve M.Ö. 207 yılında Yunanca tercümesinin yapıldığını ifade etti. Tebliğci, daha sonra Tevrat’ın dilinin, katiplerinin, nerede indiğinin ve nerede yazıya geçirildiğinin tam olarak belli olmadığını vurguladı. Bedir, daha sonra İncil üzerinde durdu. Hz. İsa’nın hangi dili konuştuğunun belli olmadığını ancak bunun Yunanca, İbranice, Aramice veya Babil dili olma ihtimalinin mümkün olduğunu söyledi. İznik Konsil’inin 325 yılında yapıldığını, buna 2048 kişinin katıldığını, ancak 300 kişinin düşüncesinin kabul edildiğini, böylece ilahi bir dinin teslis ile şirke çevrildiğini vurguladı. İbn Hazma göre başlangıçta tek İncil’in olduğunu ve sonradan bunun ortadan kaybolduğunu belirtti. Yahudilere göre Hz. İbrahim tarafından Kurban edilen kişinin Hz. İsmail değil Hz. İshak olduğunu, Yahudilerin soyundan Hz. Muahmmed (a.s)’in geldiği Hz. İsmail’i göz ardı etmeye çalıştığını vurguladı. Konuşmacı son olarak Kur’an’a değindi ve Kur’an’ın vahyedildiği dilinin ve vahiy zamanının belli olduğunu ve Kur’an’ın hiçbir tahrife uğramadan günümüze kadar sağlam bir şekilde ulaştığını vurgulayarak sözlerini bitirdi.   

     Bu oturumun ikinci konuşması olan Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Muhittin Akgül “Kur’an Vahyinin Ezber, Yazı ve Diğer Metotlarla ile Tespiti ve Nakli” konulu tebliğinde Kur’an’ın niçin yazılıp ezberlendiği konusunu ele aldı. Bunları dâhili ve harici sebepler olmak üzere iki kategoride inceledi. Dâhili sebepler olarak: Onun ilahi bir kelam olması, Kur’an olması, namazlarda okunması ve sebeb-i nüzulleri zikretti. Harici sebepler olarak ise: Onun Nebevî boyutunu, Sahabî boyutunu, tefsir boyutunu ve psikolojik boyutunu ele aldı. Allah’ın kitabını korumayı garantiye aldığı gibi Peygamberini korumayı da garantiye aldığı meselesini hatırlattı ve bu hususta Maide suresi’nin 67. ayetini hatırlattı. Daha sonra Kur’an’ın şu özellikleri ile insanın ilgisini çektiğini zikretti: Uslubu, verdiği bilgiler ve hidayet rehberi olması. Allah Rasulünün vahiy karşısındaki görevlerinin onu ezberlemek ve onu yazdırmak olduğunu, onun ümmi olduğu için vahiyleri yazmadığını, ancak daha Mekke döneminde iken vahiylerin yazıldığını (buna delil olara Furkan suresinin 5. ayetini ve Hz. Ömer’in Müslüman olması hadisesinde kendisine sunulan metinleri zikretti), Allah Rasulünün vahiylerin yazılması ile titiz bir şekilde ilgilendiğini, katiplerin vahyi nasıl yazacaklarını onlara gösterdiğini, Hz. Peygamberi’in Kur’an öğretimine büyük önem verdiğini, âmaların evlerine onlara Kur’an öğretmek için öğreticiler gönderdiğini, Suffa’dan 900 kişinin Kur’an’ı yazdığını, Hz. Peygamber’in sürekli bunları kontrol ettiğini, o dönemde namazların Kur’an’ı ezberlemek için bir vesile sayıldığını ve namazlarda sahabenin uzun sureler okuduğunu söyledi. Konuşmasını elimizdeki ilk tefsirin h. 150’de vefat eden Mukatil b. Süleyman’a ait olduğunu hatırlatarak bitirdi.

     Oturumun son konuşmacısı “Kitâbetu’l-Kur’âni’l-Kerîm fi’l-Ahdi’l-Mekkî” kitabının müellifi Irak Dabuk Üniversitesi Öğretim Görevlisi olan Dr. Abdurrahman Muhammed Ömer “Mekke Devrinde Kur’an’ın Yazılması” adlı sunumunda bu konuyu müsteşriklerin sıkça ele aldıklarını, Kur’an’ın %70’inin veya diğer bir ifade ile 3/2’sinin Mekke’de nazil olduğunu, Alman müsteşrik Nöldeke’nin “Tarihu’l-Kur’an” adlı eserinde Kur’an’ın o dönemde yazılmadığını savunduğunu ve bu konuda Müslüman âlimlerden bazısının müsteşriklere tabii olduğunu, güvenlik şartları, baskılar vb. nedenlerden dolayı o dönemde vahiylerin sistemli bir şekilde yazılmadığının oryantalistler tarafından sürekli gündeme getirildiğini ifade etti. Tebliğci, Mekke döneminin 10 yıllık bir süreyi kapsadığını, İbn Kuteybe’nin Mekke döneminde Hz. Peygamber’in 3-5 kâtibinin olduğunu savunduğunu ve sonrakilerin de bu bilgileri naklettiğini ve Müslümanların o dönemde ezbere daha fazla önem verdikleri bilgisinin çokça gündeme getirildiğini aktardı. Mekke döneminde okuma-yazma bilenler arasında 100’den fazla kişinin isminin geçtiğini ve bunun yaklaşık 30’unun ilk Müslümanlar arasında yer aldığını ilave etti. Tebliğci daha sonra, Arapların ahitlerini, anlaşmalarını ve emanlarını yazılı olarak yaptıklarını söyledi ve Kur’an’ın Mekke’de yazılmaya başladığını delilleri ile izah etti. Bu deliller arasında en önemlileri şunlardır: Batılılar, vahyin Mekke’de yazıldığını kabul ediyorlar, ancak kimlerin yazdığı konusunda ayrılığa düşüyorlar; Hz. Ömer’in Müslüman olması hadisesinde eline metin verildiğini de aynen kabul ediyorlar ama bu metnin içeriği konusunda ayrılığa düşüyorlar; Hicret esnasında Hz. Peygamber yazı malzemelerini hiç yanından ayırmamıştır. Sıkıntılı dönemlerde bile yazı malzemesini hep yanında taşıyan bir Peygamber’in normal zamanlarda gelen vahyi yazdırmadığı ne derece doğru olabilir; Sûrelerin Mekkî-Medenî diye ayırımı bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış ve bu ayırım yapılırken hangilerinin Mekke’de nazil olduğu açıklanmıştır. Mekke’de yazılan vahyin Medine’ye nakli Hz. Peygamber’in Akabe Bey’atinde karşılaştığı Rafi’ b. Malik kanalıyla olmuş ve Hz. Peygamber bu şahsa 10 yıldan beri yazılmakta olan vahiyleri yazılı olarak teslim etmiştir. İddia edildiği gibi ona bir gecede bu vahiyleri ezberletmemiştir. Vahiyler Mekke döneminde hem basit hem de gelişmiş yazı malzemeleri üzerine yazılmıştır.  

     Daha sonra sempozyumun ikinci oturumuna geçildi. Bu oturumun başkanı Prof. Dr. Abdülbaki Güneş idi. Başkan, Kur’an ayetlerinin vahyedildiği andan itibaren tekrar tekrar okunup satırlara ve sadırlara nakşedildiği hususunu hatırlatarak sözü birinci konuşmacı olan Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Prof. Dr. Davut Aydüz’e verdi. Aydüz “Kur’an’ın Cem’i” adlı tebliğinde Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazılıp ezberlendiğini ama aşağıda sayılacak nedenlerden dolayı bir cilt haline getirilemediğini ifade etti ve bu sebepleri şöyle sıraladı: Hz. Peygamber’in hayatta iken vahyin devam etmesi; Kur’an’ın bir cilt haline getirilme ihtiyacının henüz doğmamış olması; vahiyle birlikte bazı ayetlerin nesh olma ihtimalinin devam etmesi; ayetlerin Efendimizin emri ile surelere yerleştirilmeye devam ediyor olması. Şayet gelen malzemeler ciltlenmiş olsaydı bu ayetler aralara sıkıştırılmak durumunda kalacaktı. Tebliğci daha sonra Kur’an’ın iki kapak arasına getirilmesinin sebepleri yani derlemeyi gerektiren sebepler üzerinde durdu ve burada da şu hususlara değindi: Kitabeten derleme Hz. Peygamber döneminde mümkün olmamışsa da Kur’an o dönemde tilaveten derlenmişti; Vahyin derlenmesini gerektiren sebepler o dönemde zuhur etti; Yemame savaşı vahyin derlenmesini gerekli kıldı. Aydüz vahyin derlenmesi için mutlaka bir şart aramanın gerekmediğini hatırlatarak bu işler için Zeyd’in tercih edilmesinin gerekçeleri üzerinde durdu. Bu gerekçeleri şu şekilde sıraladı: Hz. Ebu Bekir bu işe giriştiği sırada İbn mesûd Kûfe’de ve Ubey b. Ka’b da Şam’da bulunuyordu. Ayrıca Zeyd genç, zeki, töhmete uğramamış ve daha önce vahiy kâtipliği yapmış biri olduğu için bu konuda tecrübeli biriydi. Aydüz, daha sonra iki şahit meselesine geçti. İki şahitten maksadın ayetlerin Hz. Peygamber’in huzurunda yazılma şartı olduğunu, ayetlerin ezberlenmiş olma şartının olduğunu veya ayetlerin Hz. Peygamber’e inen vecihlerden biri olduğuna şahitlik etme şeklinde anlaşılması gerektiğine işaret etti. Tebliğci bundan sonra vahiylerin yazıldığı malzemeler hakkında bilgi verdi. Huzeyme b. Sabit’in niçin iki şahit yerine kabul edildiği meselesine değindi. Mushafı, iki kapağı arasında sahifeler bulunduran ve Hz. Ebu Bekir döneminde yazılan belgeler olarak tanımladı. Hz. Ebu Bekir döneminde yazılan bu sahifelerin özelliklerini anlattı. Sure ve ayetlerin tertibinin tevfiki olduğunu belirtti. Bu çalışmayı başta Hz. Ömer ve Ali olmak üzere Ashabın tümünün onayladığını, buna kimseden herhangi bir itirazın gelmediğini vurguladı. Daha sonra Yemâme Savaşı’nı müteâkiben Hz. Ömer’in Kur’an yazılı dokümanların kaybolacağı şeklindeki endişesine temas etti. Bazı surelerin Kur’an’dan kaldırıldığı şeklindeki şüphelerin farklı gruplara mensup olanlar tarafından ortaya atıldığı ancak bunların hüsnü kabul görmediğini söyledi. Bugün Şia’nın Kur’an’ı ile elimizdeki Kur’an’ın aynı olduğu hususuna temas etti. Cem hadisesine batılı oryantalistlerin bazı itirazlarının olduğunu hatırlattı. Son olarak Kur’an’ın cem edilmeden önce sahifelerde yazılı olduğunu, ezberlendiğini, Zeyd’in sadece bunları yazılı bir dokuman haline getirdiğini vurgulayarak sözlerini bitirdi.

     Oturumun ikinci konuşmacısı Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Mustafa Ünver “Kur’an’ın Hz. Osman Döneminde İstinsahı” konulu bir tebliğ sundu. Tebliğinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman döneminde Kur’an’ın cem ve istinsah edilmesi meselesini anlattı. Hz. Osman’ın oluşturduğu heyetin 4 ve 12 kişiden oluştuğu şeklindeki rivayetlerin olduğunu ancak 12 kişiden oluştuğu şeklindeki rivayetin daha makul gözüktüğünü ifade etti ve böylesi zor bir işi o kişilerin nöbetleşerek yapmış olabilecekleri ihtimaline değindi. Ünver, Hafsa’nın mushafını çoğaltmak için kendisinden isteyen Hz. Osman’a vermek istememesine sebep olarak, Hz. Osman’ın o mushaftan çoğalttıktan sonra diğer bütün Mushafları yaktıracağı meselesini sesli söyleyip bunu da Hafsa’nın duymuş olabileceği ihtimaline bağladı. Ancak Hz. Osman’ın kendisine bu konuda bir teminat verdikten sonra Hafsa’nın mushafını Hz. Osman’a verdiğini söyledi. Tebliğci, Hz. Osman döneminde Mushafları çoğaltma esnasında alınan prensip kararlarına da temas etti. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıraladı: 1. Burada Hz. Ebu Bekir’in mushafı esas olarak alınacak. Hz. Osman’ın “kimin yanında Kur’an’la bilgi bir şey varsa onu getirsin” şeklindeki rivayetlerin aslı yoktur. 2. İhtilaf durumunda Kureyş lehçesi baz alınacak. Burada sadece “Tâbût” kelimesinde ihtilaf edildi. 3. Çoğaltılan Mushaflar belli başlı merkezlere gönderilecek, geri kalanlar imha edilecek. Hz. Ömer, Hz. Osman’ın yeni bir Mushaf yazmadığını, Hz. Ebu Bekir dönemindeki mushafı esas alarak ondan 7 adet çoğalttığını ve onu okutacak kişilerle birlikte bazı İslam ülkelerine gönderdiğini söyledi. Hafsa’daki mushafı Medine valisi Mervan b. Hakem’in istediğini ancak Hafsa’nın ona göndermediğini, vefatından sonra kardeşi Abdullah b. Ömer’den istediğini bu defa Abdullah’ın mushafı ona gönderdiğini ve Mervan’ın onu imha ettirdiğini ifade etti. Son olarak bu Mushafların şu anda ne olduğu meselesine değindi ve bununla ilgili olarak 3 kişinin isminden söz edildiğini ifade etti. 1- H. 726’da İbn Battuda’nın (ö. 771 h.) Şam’a gittiğini, orada her Cuma namazdan sonra insanların Hz. Osman’a ait olan bu mushafı ziyaret ettiğini söyledi. 2- İbn Kesir (ö. 774)’in Dımaşk camiinde Hz. Osman’a ait olan bu mushafı gördüğünü söylediğini vurguladı. 3- İbn Cezeri’nin (ö. 833 h.) de Şam’da Hz. Osman’a ait olan bu mushafı gördüğünü beyan ettiğine temas etti. Sözlerinin sonunda bugün orijinalliği koruyan tek kitabın Kur’an olduğunu vurguladı.

     Oturumun son tebliğcisi olan Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Mesut Okumuş “Hz. Osman’dan Sonraki Dönemlerde Kur’an ile İlgili Yapılan Hizmetler (noktalama, harekeleme, tahzib vs.)” konusunu ele aldı. O, Hz. Peygamberden günümüze intikal etmiş olan bazı siyasi mektupların olduğunu ve bunları Muhammed Hamidullah hocanın yayımladığını söyleyerek sözlerine başladı. Daha sonra Mushafların yazı karakterinden bahsedip Türkiye’de Hz. Osman döneminden kalma iki mushafın yayımlandığını ifade etti. Konuşmasını ilk dönemdeki Mushaflarla günümüzdeki Kur’an’lar arasındaki farklılıkları belirterek sürdürdü. Tebliğcinin ifadesine göre, o dönemin Mushaflarında hareke ve noktalama işaretleri yoktu. Sureler birbirinden besmele ile ayrılmıştı. Vakıf alametleri ve ayet numaraları yoktu. Hz. Osman’ın h. 35’deki vefatından sonra h. 69’da vefat eden Ebu’l-Esved ed-Düeli Kur’an’a kırmızı noktalar koydu, bunlar harekeleri gösteriyordu. Buna göre ötre: harfin önüne bir nokta, esre: harfin altına bir nokta, üstün: harfin üstüne bir nokta. Şayet buralara iki nokta konursa bunlar tenvin yerine geçiyordu. Bundan yaklaşık 20 yıl sonra Haccac b. Yusuf döneminde Nasr b. Asım (ö. 89/708) ve Yahyâ b. Ya'mer (ö. 65/684) harfleri birbirinden ayırmak için altına, ortasına ve üstüne noktalar koydu. Halil b. Ahmed (ö. 175 h.) zamanında ise bugünkü harekeler icad edildi. Tebliğci daha sonra tahmiş, ta’şir, hizip ve cüz gibi Kur’an’ın şekilsel yapısı ile ilgili bazı kavramlarını açıkladı ve Haccac b. Yusuf’un Kur’an’ı yedi cüze böldüğünü ifade etti. Konuşmasının sonunda Muhammed b. Tayfur es-Secavendi (ö. 560)’nin kullanmış olduğu vakıf alametleri sayesinde standart Mushaflara ulaşıldığını anlattı ve şu teklifte bulundu: Bugün Mushafların yazım şekilleri konusunda birliğe gidilmesi için çalışmalar yapılmalıdır, vakıf alametleri ve imla bir düzene sokulmalıdır.  

     İkinci günün 1. Oturumunun başkanı Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdülhakim Yüce idi. Sn. Yüce, oturumun başlangıcında Kur’an’ın muhafazasına inanmanın kitaplara iman kategorisi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğine, müsteşriklerin malzemelerini Müslüman âlimlerin yazdıklarından ilmi metotlarla elde ettiğine vurgu yaptı. Bu oturumun birinci konuşmacısı “Oryantalistlerin Kur’an’ın Muhafazası Aleyhindeki İddialarına Cevap Veren Çalışmalar” adlı tebliğin sahibi Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Bilal Gökkır idi. Tebliğci, batılıların Kur’an tarihi çalışmalarına 1860 yılında Nöldeke ile başladıklarına işaret etti. Nöldeke’nin “Kur’an Tarihi” adlı eserini Latince kaleme aldığını sonradan Almanca’ya çevirildiğini söyledi. Daha sonra bu alanda Goldziher’in “el-Mezahibu’t-Tefsiri’l-İslâmî” (Çev. Mustafa İslamoğlu-İslam Tefsir Ekolleri- 1997) adlı eserini kaleme aldığını ifade etti. Bu sahada yapılan çalışmalar arasında şunları ilave etti: Zencani: Tarihu’l-Kur’an, Ahmed Cevdet Paşa: Hulasatu’l-Beyan fi Te’lifi’l-Kur’an, Musa Carullah: Tarihu’l-Kuran ve’l-Mesahif, İbn Ebî Dâvûd: Kitabu’l-Mesahif. Konuşmacı kolonyalizmin 1950’de bitişinin sömürgeciliğin bitişi olduğunu ve bundan sonra oryantalizmin kendisini eleştirmeye başladığını ifade etti. Daha sonra Muhammed Ebu Leyle’nin önce geleneğin fikirlerini ortaya koyduğunu, sonrasında ise oryantalizmi değerlendirdiğini; İbrahim Evad’ın “el-Müsteşrikun ve’l-Kur’an” adlı eserinde oryantalistlerin düşüncelerini eleştirdiğini; Azami’nin İngilizce olarak kaleme aldığı “Kur'an Tarihi” adlı eserinde de oryantalizmin eleştirisinin görüldüğünü ve Nöldeke, Mingane ve Regis Blachere’nin “Araplar anı yaşayan, geleceği asla düşünmeyen topluluklar oldukları için Peygamber’in hicretten öce vahiyleri yazdırmadığı” şeklindeki iddialarının gerçeği yansıtmadığını belirttikten sonra oryantalistlerin kıraatlerle ilgili düşüncelerine değindi. İbn Şenbuz ve İbn Miksem’in sahih kıraatlerin şartlarına (ki bunlar üç tanedir: 1. Kıraat, bir vecihle de olsa muteber bir tarzda, Arap dilinin kaidelerine uygun olmalıdır. 2. Kıraat, sahîh ve muttasıl bir senetle Hz. Peygamber (sav)'e ulaşmalıdır. 3. Kıraat, takdiren de olsa, Hz. Osman (ra)'a nisbet edilen mushaflardan birinin resm-i hattına uygun olmalıdır.) uymayan kıraatleri okudukları için zorla tevbe ettirilme ve tazir cezası ile cezalandırıldıklarını oyantalistlerin sürekli gündeme getirdiklerini Azami’nin ise bunlara kendi kitaplarındaki uygulamalarını göstererek cevap verdiğini, son olarak da batının ve oryantalizmin alt yapısının iyi kavranıp tahlil edilmesi gerektiğini belirtti.

     Bu oturumun ikinci konuşması Yeni Ümit Dergisi’nde Çapan “Kur’an’ın Muhafazasında Şok Hadiselerin Yeri” adlı tebliği ile katıldı sempozyuma. Dr. Ergün Çapan sunumunda hafızanın tanımını yaptıktan sonra Kur'an'ın nazil olduğu şekliyle Allah tarafından muhafaza edildiğini belirtti. Sahabelerin ayetleri hafızalarına kaydetmelerini tıp ilminin ışığında değerlendirdiğini söyledi. Bilgilerin ve yaşanan olayların hafızanın oluşmasında rol oynadığını, bunun da beş duyu organıyla gerçekleştiğine dikkat çekti. Hafızaya kaydın içten ve dıştan gelen uyaranlarla yapıldığını, önem derecelerine göre acı, sevinç ve korku gibi insanın üzerinde tesiri olan durumların hafızayı kuvvetlendirdiğini söyledi. Ayet ve hadislerin pek çok sürpriz olay, şok hadise ve sorularla irtibatlı olarak nazil olduğunu, bu koordinatlarla zihinlere kodlama yapıldığını vurguladı. Çarpıcı, merak uyaran soruların insanların dikkatini çekmede, zihinlerini uyarmada çok önemli bir yeri olduğunu söyledi. Bu şok hadiseler hakkında semadan hüküm bekleniyorsa bunun uyandırdığı ilgi, heyecan ve ihtimamın tasavvurlar üstü olduğunu ekledi. Kur'an'ın hadiselerle zihinlere ve ruhlara perçinlendiğini, yıllar geçse de sahabelerin hafızalarından silinmesi mümkün olmadığını söyledi. Kur'an'a bu gözle bakıldığında vahyin, yaşanan olaylar ve şok hadiselerle beraber yürüdüğünün görüldüğünü ifade etti. Sahabeden Evs bint Samit'in, hanımı Havle binti Sa'lebe'ye kızarak, 'Sırtım anamın sırtıdır' demesini örnek verdi. “Sa'lebe, Allah Resulü'nden 'Bu konuda ilahi bir hüküm almadım. Kocan sana haramdır' hükmünü alınca uzun süre Allah'a yalvarıp yakardığını, daha sonra da Allah’ın, Mücadele Suresi'ndeki ayetleri indirip bu ailenin sorununu çeşitli kefaret yöntemleriyle çözdüğünü söyledi. İlgili ayetin inişinde etkili olan bu ailenin söz konusu ayeti hiç unutamayacağını ekledi. Uhud ve Bedir savaşları sonrası sahabeyle ilgili inen ayetlerin de aynı hüviyette olduğunu belirtti. Müminlerin annesi Hz. Aişe'ye atılan iftirayı da ele aldı. “Tüm Medine'nin haberdar olduğu 'ifk' hadisesinden bir ay sonra gelen vahyin hiç unutulmadığını, Nisa Suresi'ndeki kadınlarla ilgili miras ayetleri de şok hadisesine örnek olduğunu ilave etti. Psikoloji uzmanlarının, bilginin kendileriyle ilgili olaylarla irtibatlı hadiselerin zihinde kaydedilmesinin çok önemli olduğunu ve böyle bir kayıtın uzun zaman devam ettiği söylemekte olduğunu vurguladı. Konuşmasını şu şekilde sonlandırdı: “İşte bu husus, Kur'an ve sünnetin muhafazasında en önemli dinamiklerden biridir. Zira onlar vahyin nüzulüne bizzat şahit olmuş ve bu olayları yaşamışlardır. Allah Kur'an'ın hıfzı ve muhafazası için gerekli ortam ve şartları hazırlamış, yaşanan olaylarla, sürpriz hadislerle ve şok tesiri bırakan vakalarla nazil olan ayetler koordinatlandırılarak hafızalara kaydolmuştur. Böylelikle yazı, nesilden nesile şok tesiriyle kodlanarak nakledilmiştir.”

     Oturumun son konuşmacısı “Mushaflar Arasında Farklılık Olmaması (Şii, Sünnî ve diğer mezheplerde)” tebliği ile katılacak olan Diyanet İşleri Eski Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç idi. Ancak mazereti sebebi ile katılamadığı için onun yerine Ramazan el-Bûtî’nin oğlu Dımaşk Üniversitesi’nden Doç Dr. Muhammed Tevfik Ramazan katıldı ve Kur’an’da icazın anlamı konusunda bir tebliğ sundu. Tebliğinde icazın anlamı ve Kur’an’dan örneklerine değindi ve tehaddi ayetleri ile sunumunu bitirdi.

     Bugünün son oturumu olan 2. Oturumun başında program dışı olarak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde emekli öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Karaçam kıraatlerin tarihsel serencamı konusunda kısa bir konuşma yaptı. Daha sonra oturum başkanı Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İshak Yazıcı Maide suresinde yer alan abdest ayetindeki kıraat farklılıklarına temas etti. Buradaki kıraate göre abdestli bir kişi, tekrar abdest almak isterse, onun için ayaklarını mesh etmesinin kâfi geldiğini ve bu konuda bize örnek olarak Hz. Ali’nin yeterli olduğunu söyledi.

     Oturumun ilk konuşmacısı Çorum Hitit Üniversitesinden Doç. Dr. Yaşar Kurt “Hafızlık Müessesesi” adlı bir tebliğ ile katıldı sempozyuma. Konuşmasının başında hafız, kurra, hamilul Kur’an, ehl-i Kur’an, sahibu’l-Kur’an, hâmidu’l-Kur’an gibi kavramların hepsinin Kur’an’ı ezberleyen kimseler için kullanıldığını izah etti. Hz. Peygamber’in hafızları sefere-i kirâm’a yani meleklere benzettiğini söyledi. Kur’an’ı okumanın, okutmanın, ezberlemenin ve ezberletmenin Hz. Peygamber tarafından teşvik edildiğini vurguladı. İmamlıkta, savaşa gönderilmekte ve şehit olunca kabre konulmada hafızlara her zaman öncelik verildiğini hatırlattı. Hz. Peygamber döneminde otuz kadar kişinin Kur’an’ı baştan sona ezberlediğini, bugün ise Pakistan’da 30 bin, Mısır’da 4600 kadar kişinin hafız olduğuna işaret etti. İlk dönemlerden Fatımilere kadar mescidlerde, Selçuklular döneminde dâru’l-huffazlarda, Osmanlılar döneminde ise daru’l-kurralarda hafızlık eğitiminin yapıldığını anlattı. İbn Cezeri’nin Bursa’ya gelmesinden sonra Türkiye’de binlerce hafızın yetişmeye başladığını ifade etti. 3 Mart 1924’deki Tevhid-i Tedrisât konunu ile daru’l-kurraların kapatılıp Kur’an kurslarının açıldığını vurguladı. Konuşmasının sonunda hafızlık yapacak olanların özel seçilmesi gerektiğini ve bunlara nasıl hafızlık yaptırılacağını anlattı.

     Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden “Kıraatler Semavi Kaynaklı Bir Zenginliktir” başlığı ile sempozyuma katılan Doç. Dr. Mesut Erdal, oturumun ve sempozyumun son konuşmacısıydı. Tebliğinde kıraatin tanımı, çeşitleri ve mütevatir kıraatin manası üzerinde durduktan sonra on kıraatin de mütevatir olduğunu söyledi. Mütevatir kıraatin üç şartı olduğunu ifade etti. Daha sonra kıraatlerin ortaya çıkışı ve yayılması, kıraatleri kimlerin sistemleştirdiği ve yedi kıraat ile yedi harf arasındaki farklılıkların neler olduğu meselesine temas etti. Yedi harfin yedi lehçe olarak yorumlandığını belirttikten sonra idğam, ızhar, işmam vb. kurallardan kaynaklanan ve anlamın değişmesine etkisi olmayan kıraatler ile bazı kelimelerdeki harf veya harekelerin değişmesi ile ortaya çıkan kıraat farklılıklarına Kur’an’dan örnekler verdi. Kıraatlerin bir zenginlik olduğunu ve ihtilafların zıtlığı değil çeşitliliği gösterdiğini vurgulayarak konuşmasını tamamladı.

     Tebliğlerin bitiminde Yrd. Doç. Dr. Fatih Çollak’ın okuduğu “Kıraatlerin Misal Üzerinden Tatbikli Bir Tilaveti” sunumu ile sempozyumun oturumları sona erdi.

     Kapanış konuşmasını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Suat Yıldırım yaptı. O da toplantının amacının Kur’an etrafındaki şüpheleri izale etmek olduğunu söyledi. Daha çok genç akademisyenlere yer verildiğini ekledi. Son olarak tebliğlerin özeti mahiyetinde genel bir değerlendirme yaptı.

     Sonuç olarak diyebiliriz ki: “Mekke'de indi, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı” denilen Kur'an, en güzel yazıldığı yerde tüm incelikleriyle ele alındı. Sempozyumun amacı, Kur'an'ın nazil olduğu orijinallikte hangi metotlarla muhafaza edildiğinin detaylarıyla incelenmesi idi ki bu da tebliğlere güzel bir şekilde ortaya konuldu. Zamana meydan okuyan Kur'an-ı Kerim’in, Allah'ın koruması altında olduğu ilelebet de böyle kalacağı konuşmacılar tarafından delilleriyle ispat edildi. Sempozyum, Kur'an-ı Kerim’in muhafazası hakkında son yıllarda düzenlenen en büyük ve en kapsamlı etkinlik olma özelliğini taşıyordu. İsminde “Uluslararası” ifadesi yer almamasına rağmen katılımcıların bir kısmı yurt dışından sempozyuma iştirak etmişlerdi. Sempozyumun en çok dikkat çeken ismi Suriyeli âlim Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan el-Bûtî oldu.

     Sempozyumdaki konu başlıkları ve içerikleri daha sınırlı olabilirdi. Soru-cevap bölümüne daha geniş zaman ayrılabilirdi ve tebliğlerin müzakeresi yapılmalıydı. Ancak her şeye rağmen Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından gelen katılımcılar ve dinleyiciler için çok faydalı bir toplantı oldu. Temennimiz bundan sonra bu tür toplantıların daha sıklıkla yapılmasıdır. Çünkü görebildiğimiz kadarıyla, oryantalistler İslâm’a en fazla hücumlarını, Kur’an ve kıraatler etrafındaki rivayet malzememizi değerlendirerek yapmaktadırlar.    

Dr. Ziya ŞEN İzmir DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğr. Gör.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yaşam Haberleri