Misak dergisinin Kasım sayısı çıktı

TEBLİĞE ve eğitime ağırlık veren Misak, ondokuzuncu hizmet yılını tamamladı. Derginin Kasım sayısı çıktı. 

İşte Kasım sayısının Takdim yazısı: 

228. Sayı TAKDİM

TEBLİĞE ve eğitime ağırlık veren mecmuamız, ondokuzuncu hizmet yılını tamamlamıştır. Bizi buna muvaffak eden Allahü Teâlâ’ya (cc) hamd-ü senâ ederiz. Akaid, tefsir, hadis, fıkıh, sosyal sistem ve islami siyaset konusunda bir mektep olan mecmuamız; geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, cezaevlerinde bulunan ve mecmuamızı okumak isteyen mazlumlara ücretsiz olarak gönderilmiştir. İyilik ve takva hususunda yardımlaşmanın farz olduğuna inanan kardeşlerimizi; hem Vahdet Eğitim, Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı’na üye olmaya, hem de mecmuamızı düzenli olarak takip etmeye davet ediyoruz. Kitapçılarda ve gazete bayilerinde satılmayan mecmuamızın abone fiyatında herhangi bir değişiklik yoktur.

MİSAK YAYIN HEYETİ

Mükerrem bir varlık olan insanoğlunun; hem üstün meziyetleri, hem de garip zaafları vardır. Tarih boyunca kurtulamadığı zaaflarından birisi de gayr-i meşrû asabiyete kapılması ve ihtilâf halinde adaletten ayrılmasıdır. Ahlâk konusunda eser veren alimler; insanın mânevi kuvvetlerini akıl, gazap ve şehvet olmak üzere üçlü tasnife tâbi tutmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de, insanın mânevi hâlini ifâde eden kavramlardan birisi de nefistir. Kelime olarak bir şeyin zatı ve kendisi manâsına gelen nefs, değişik keyfiyetleri ifâde eden vücûh bir kavramdır. Dünyevî ihtiras, şehvet ve gazap gibi duyguları ifâde için “Nefs-i Emmâre” tabirinin kullanıldığı malûmdur. Nefs-i emmârenin meşrû sınırlarını zorlayan ve insanı dünya ve ahirette zillete sürükleyen ihtiraslarına hevâ denilir. Hevâlarına tâbi olan ve cemiyet halinde yaşayan kimselerin; zulüm, şirk, fesad ve bağy gibi cürümleri işlemeleri ve birbirlerinin kurdu haline gelmeleri mümkündür. Gayr-i meşru sebeb ve neseb asabiyetini ön plâna çıkaran cemiyetlerin, terör felâketinden kurtulmaları da kolay değildir.



Türkiye’nin son otuz yıldır, etnik-terör felâketiyle karşı-karşı kaldığı ve bazı askeri uzmanların ifadesiyle ‘devam eden düşük yoğunluklu savaşın’ tarafı olduğu malûmdur. Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen PKK Örgütü, ilk silahlı eylemini 1978 yılında Hilvan’da gerçekleştirmiş, daha sonra Siverek ve Nusaybin’de (yıl:1981) bir dizi silahlı eylemle adını duyurmuştur. 1984 yılında gerçekleştirdiği Eruh baskınından sonra Türkiye’nin gündeminden hiç düşmediğini söylemek mümkündür. Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olan politikacıların, sivil ve asker bürokratların; terörün neticelerini dikkate almaları, buna mukabil sebebleri üzerinde hiç durmamaları, kırk bini insanın ölmesine vesile olmuştur. Kurulduğu yıllarda Marksist-Leninist ideolojiyi savunan, SSCB’nin dağılmasından sonra etnik-milliyetçiliği (Kürtçülüğü) ön plâna çıkaran PKK Örgütü’nün kadrolarından bir kısmı; geçtiğimiz ay Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yapmış ve ‘kahramanlar’(!) gibi karşılanmışlardır. Aynı günlerde silahlı mücadeleyi akıllarının ucundan bile geçirmeyen ‘Hizbu’t Tahrir’ Örgütü’nün elamanları veya ‘El Kaide ile bağlantılı oldukları zannedilen’(!) kimseler, keyfi suçlamalarla zindana gönderilmişlerdir. Silahlı mücadele veren PKK militanlarını kahraman, masum müslümanları ‘terörist’ ilân eden zihniyetin, Türkiye’de milli birlik ve beraberliği sağlayabilmesi mümkün müdür?





Devlet adamlarının hevâlarına tabi olmaları, adaleti hafife almaları, hak ile batılı birbirine karıştırmaları ve hakikatleri tahrif etmeleri değişik felâketlere bebeb olabilir. Yürürlükteki Anayasa’da, modern-ulus devlet adına, hakikate uygun olmayan hükümlere yer verildiğini gizlemenin bir anlamı yoktur. 1924 Anayasası’nda yer alan ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla bağlı olanlar Türk ıtlak olunur’ hükmünün (Madde:88) kabulü sırasında Hamdullah Suphi Bey’in (Tanrıöver) ‘Yahudilerin, Ermenilerin ve Rumların, Türklerin dilini ve kültürünü benimseyene kadar Türk milletinin parçası sayılmasına’ karşı çıktığı malûmdur. Celâl Nuri’nin (ileri) ‘Türkçe konuşan müslümanların Türk vatandaşı sayılmasını, farklı kavimlere mensup olan ve Türkçe konuşmayan kimselerin Türk sayılamıyacaklarını’ söylemesi tartışmalara sebeb olmuştur. 5 Şubat 1937 Tarihi’nde yapılan Anayasa değişiklikleri arasında en önemlisi, üçüncü maddeye ‘Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve ınkılâpçıdır’ ifadesinin eklenmesi, yani CHP’nin altı okunun Anayasa’ya yerleştirilmesi olmuştur. Devlet dini haline getirilen lâiklik ideolojisinin; 1937 yılında (Cumhuriyet’in kuruluşunda değil) Anayasa’ya, yürürlükteki nisap miktarı dikkate alınmadan (cebren) konuldugunu gizlemenin bir anlamı yoktur. Israrla tekrar edilen ve hakikate uygun olmayan resmi slogana göre; ‘Türk ulusu kimliği etnik değil, vatandaşlık temeline dayanan siyasi ve hukuki bir kimliktir.”

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İslâm dini’nin iman ve ibadet esasları ile siyasi, hukuki ve iktisadi hayatı düzenleyen hükümlerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Laiklik ideolojisi, modernizmin getirdiği bir yanılsamadır. Aydınlanma felsefesinin (Modernizmin) getirdiği bütün ideolojileri reddetmeyen kimsenin, hidayete tabi olması kolay mıdır? Müslümanların şikayeti ve sızlanmayı bir kenara bırakmaları, bütün imkanlarını İslâm’a hizmet için seferber etmeleri zaruridir. Ayrıca içinde bulundukları şartları iyi tahlil etmeleri ve aralarındaki problemleri maslahata uygun bir şekilde çözmeleri gerekir. Hevâlarını ilâh edinen müstekbirlere karşı, sünnete uygun bir mücadele vermek, her müslümanın vazifesidir.

Allahü Teâla’ya emanet olunuz.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Kültür Sanat Haberleri