AHC’yi ezip geçen soru
KASET SKANDALININ TÜM DETAYLARI İÇİN TIKLAYIN
Ahmet Hakan'ı yazısı şöyle:
“GÖRMEYELİM” dedim.
“Dikkate almayalım” dedim.
“Alçak pusucuyu elleri böğründe bırakalım” dedim.
“Yatak odasına kamera sokma eylemine meşruiyet kazandırmayalım” dedim.
Dinletemedim.
“Alçak”, pususunu öyle bir kurmuş ki...
“Mağdur”, öyle dört başı mamur bir rezaletin içinde yakalanmış ki...
Yapacak hiçbir şey yoktur.
“Alçak” tartışmasız kazanmış, galip gelmiştir.
¡ ¡ ¡
Bu öyle dört dörtlük bir zaferdir ki...
Biz “Görmeyelim... Dikkate almayalım...” dedikçe...
Ezip geçen bir soru, bütün tafrasıyla karşımıza çıkar:
“İyi de sen nasıl gazetecisin kardeşim? Koskoca ana muhalefet liderinin evlilik dışı ilişkisi dünyanın her yerinde haberdir... Hele ilişki kurduğu kadın, o parti başkanının sekreteriyse haberin değeri artar... Hele kadın evliyse daha da haberdir... Hele o kadın, parti başkanı tarafından milletvekili yapıldıysa çok daha haberdir”.
Susup kalırsın.
Çünkü “soru”, kaskatı bir gerçeğe işaret ediyordur.
Hayatı boyunca “kem küm” etmekten zerre kadar hazzetmemiş benim gibi bir adam, “Ama alçak pusucu sevinecek... Ama alçak pusucu gülümseyecek... Ama alçak pusucu hepimizin yatak odalarını doğal çalışma mekânına çevirecek...” türünden itirazlarla yetinemez.
İş işten geçmiştir.
Artık ne yapılsa, ne edilse zaittir...
Acımasız gerçek vicdansızca parıldamaktır:
“Alçak pusucu” hepimizi teslim almıştır.
¡ ¡ ¡
Sonuç şudur:
“Yatak odasına gizlice kamera sokan karanlık el”, bir kez daha galibiyetini ilan etmiştir.
Zafer kesindir. Bu öyle büyük bir zaferdir ki, Deniz Baykal’a bırakıp gitmekten başka seçenek sunmamaktadır.
Deniz Baykal’a istifa çağrısı
DENİZ Bey...
Lütfen şuna inanın:
Olayı öğrendiğim andan itibaren “Başına bela gelenlere karşı geliştirdiğim şefkat” ile “katı gerçekliğin acımasızlığı” arasında debelenip duruyorum.
Şunu anladım:
Ne kadar sağlam duruyormuş gibi yaparsam yapayım, aslında çıtkırıldım herifin tekiymişim...
Moral bozukluğu, tiksinti duygusu, alçaklığın zaferine karşı geliştirdiğim isyan, insani zaaflar, ahlaki sorunlar ve hatta hafiften melankoli falan...
Hepsi birden üstüme geliyor ve mizacım bütün bunlarla boğuşmayı kaldıramıyor.
Ben bu durumdaysam, siz kim bilir hangi durumdasınızdır.
¡ ¡ ¡
Ama Deniz Bey, biliyor musunuz, kesin bir mağlubiyet karşısında bile hiçbir şey yokmuş gibi yapan adamlar, dünyanın en sevimsiz adamları olur çıkarlar.
Ben sizi böylesi bir sevimsizliğin içinde görmek istemiyorum.
Ben strateji kurmaktan, kriz yönetmekten, mağduriyetten zafer çıkarmaktan falan hiç çakmam.
Benim için “ilke” şudur:
Bir “alçak” tarafından, “alçakça yöntemler” ile de olsa, yakalandıysam ve kendimi savunabilecek tek bir kelime bile edemeyecek durumdaysam...
Yenilgiyi derhal kabul ederim.
Her fırsatta önüme çıkarılacak aleni bir mağlubiyetin altında ezik biçimde inlemektense...
Çekip gitmeyi tercih ederim.
Bence siz de böyle yapın.
Etrafınızdakiler size “Bir büyük mücadele veriyorsunuz, bırakıp gitmek olmaz” falan derlerse, “Büyük bir mücadele verdiğim için bırakıp gidiyorum” deyin...
Çünkü yapacak başka bir şey gerçekten yok...
Bari hiç konuşma
ORTALIK karışmış, düzen bozulmuş... Skandal almış başını gitmiş... Bütün gazeteler, ölçülü bir dille de olsa, olayı haber yapmış... Yorumlar üst üste gelmiş...
Ve bizim Önder Sav çıkmış konuşuyor.
Ama o da ne?
“Esas konu”ya hiç girmiyor.
“Esas konu”ya girmeden konuşmaya kalktığı için de, “esas konu”ya girmediği daha bir belirginlik kazanıyor.
Oysa hiç konuşmasa, “esas konu”ya girmediğinin altı bu kadar çizilmeyecek.
Demek ki “politbüro”da bir bozgun havası söz konusu...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.