İslâm Terbiye Sistemi

İslâm Terbiye Sistemi
İslâm'da eğitim-öğretim faaliyetleri, ihatalı ve derinlikli bir terimle ifade edilir: Terbiye. Terbiye kelimesi, 'rabb' ve 'rib' köklerinden gelir. Bunların anlamları; beslenmek, tamamlanmak, ziyadeleşmek, artmak, toplanmak, çoğalmaktır.

Mustafa ÇELİK

Terbiye; lügatte tamamlamak ve ıslah etmektir. Terim olarak ise; bir şeyi derece derece olgunluğa eriştirmek, yetiştirmektir. Terbiye teriminin , Rabb kelimesiyle ilişkili olması oldukça önemli ve anlamlıdır. Bu, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin odağına doğrudan Rabb Teâla'nın şeriatını yerleştirir. Yeri gelmişken şunu da beyan edelim: Terbiye, günümüz öğretim ve eğitim sistemlerinin yitik değeridir.Rabbanî terbiyeden arınmış ve arındırılmış öğretim ve eğitim sistemleri, insanı eğitmez eritirler!

İslâm Terbiye Sistemi

İNSANLIĞIN dünya ve âhiret saadetini kazanması için Hz. Muhammed (sav)’in vatsıtasıyla gönderilmiş olan yegâne hak din İslâm’ın kendine has ve mahsus bir terbiye sistemi vardır. Bu sistem, koyduğu temel prensipler, getirdiği tefekkür biçimi, geliştirdiği ahlâkî ve güzel sanat ürünleri, verdiği ilim zihniyeti ve eserleri, muferadatı, teşkilatı ve usûlleri itibariyle tamamen orjinaldır. Çünkü bu sistem, doğrudan doğruya kulluk kitabımız Kur’an-ı Kerim’den üsve-i hasenemiz Hz. Muhammed (sav)’in sünnet ve siretinden, O’nun izinden giden sahâbe kadrosunun, ehl-i sünnet ve’l cemaat müctehidlerinin tespit ve tatbikatından kaynaklanmış bulunmaktadır. İslâm terbiye sistemi, Hz. Muhammed’in (sav) yaklaşık 23 yıl süren Peygamberlik hayatı boyunca başarılan verimli uygulamalarıyla gelmiştir. Esasen bütün Peygamberler yeryüzünde Allah (celle celaluhu) rızası doğrultusunda yaşayan insanlardır. Onların konuşması gülmesi istirahatiticarî ve insanî ilişkileri Allah’tan adeta izin alınmış davranışlardır. Peygamberimiz (sav) de buna işaret eden bir hadisinde “Beni Rabbim terbiye ettine güzel terbiye etti.”(1) buyurarak edebi öğrendiği kaynağa işaret etmiştir. Bu açıdan peygamberler yeryüzünde yaşarken Allah’ın muradına göre yaşamışlardır. Onlar Allahû Teâla’nın hükümlerine göre yaşayan numune insanlardır. Davranışları eşya ve hadiseler karşısındaki tutumları bizim için yol göstericidir. Biz onlara ne kadar benzersek Allah’ın nizamına uyma hususunda o kadar mesafe kat etmiş oluruz. Bu noktada Hazret-i İsa’nın (aleyhisselâm) annesine saygılı olma konusunda Rabbinden emir aldığını ve bu vasıfla öne çıkmasını insanların dikkatine arz ettiğini görüyoruz. O Allah’ın bu ihsanını şu şekilde dile getirir: “Nerede olursam olayım beni kutlu mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Anneme saygılı hayırlı evlat kıldı. Zorba, bedbaht ve hayırsız birisi yapmadı.”(2)

Kâinatta bir terbiye sistemi vardır. Bu terbiye sistemini Allahû Teâla koymuştur. Kâniat Allahû Teâla’nın koyduğu terbiye ile devam etmektedir. Allahû Teâla, seçip gönderdiği Peygamberlerini de terbiye etmiştir. Ve Allahû Teâla “Rabblık” sıfatına iman eden her kulundan evvelemirde terbiye istemektedir.

İslâm'da eğitim-öğretim faaliyetleri, ihatalı ve derinlikli bir terimle ifade edilir: Terbiye. Terbiye kelimesi, 'rabb' ve 'rib' köklerinden gelir. Bunların anlamları; beslenmek, tamamlanmak, ziyadeleşmek, artmak, toplanmak, çoğalmaktır. Terbiye; lügatte tamamlamak ve ıslah etmektir. Terim olarak ise; bir şeyi derece derece olgunluğa eriştirmek, yetiştirmektir. Terbiye teriminin köken olarak Rabb kelimesiyle ilişkili olması oldukça önemli ve anlamlıdır. Bu, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin odağına doğrudan Rabb Teâla'nın şeriatını yerleştirir. Yeri gelmişken şunu da beyan edelim: Terbiye, günümüz öğretim ve eğitim sistemlerinin yitik değeridir.Rabbanî terbiye’den arınmış ve arındırılmış öğretim ve eğitim sistemleri, insanı eğitmez eritirler!

Rabb: Mâlik, sahip, ulu anlamındadır. Elmalılı M.Hamdi Yazır (Rh.a.)’ın açıklamasına göre Rabb; aslında terbiye manasına masdardır; 'Mürebbî'(terbiye edici) demek olup bir şeyi derece derece, halden hale, nitelikten niteliğe geçirerek olgunluk amacına eriştirinceye kadar yetiştiren yaratıcı mutlak kudrettir.

Tebiye, bir şeyi kademe kademe, tedric ile kemale eriştirmektir ki bunun eseri istıfa ve tekâmül olur. Âlemin her kısmında ise terbiye ve tekâmül kanunlarının cereyanı her an ve her lahza müşahade olunmaktadır. Kur’an’da geçen “Rabbi’l Âlemin” tabiri bize bunu ihtar ediyor.(3) 'Rabb' kelimesi, Kur'ân'da Allah'ın adı olarak 965 kez geçer. 'Allah' adından (2799 kez) sonra en çok tekrarlanan addır. Rabb adının çok tekrar edilmesi, İslâm'da eğitim sisteminin tevhîdî karakterini ve ilk mutlak yetiştiricinin Allah olduğunu açıkça ortaya koyar.

İslâmî eğitim/terbiye; mutlak kudret ve irade sahibi olan Allah inancına dayanır. O Rabb'dır ve mürebbîdir yani terbiye eden, eğiten ve yetiştirendir. Peygamberler, Rabb Teâla'dan aldıkları vahyî hakikatler doğrultusunda insanlığı eğitmek ve onlara üsve-i hasene/güzel örnek ve önder olmak için gönderilmişlerdir. Rahmân(esirgeyici) ve Rahîm(bağışlayıcı) olan Allah'ın, İslâm Dinini fıtrata uygun olarak vaz'etmesi, İslâmî terbiyenin iyilik, merhamet, şefkat, sevgi ve saygı ilkelerine göre düzenlenmesini zaruri kılar. Rabb Teâlâ 'akleden kalb'i muhatap alır; Allah'ın kelâmı Kur'ân salt pozitif akla değil, hem akla hem de gönül dünyasına (kalb-i selim / vicdan) hitab eder. İyilik, sünnetullaha(ilahî düzene) uymak; kötülük ise bu düzene uymamak için direnmektir.(4) Rabbani terbiye insanlar arası ilişkilerde ölçüler koyar. Bu ölçülerin en merkezi kavramı adalettir. Paylaşma ilkesini ifade eden zekât, sadaka ve infakın, hakkın tahakkukunu ifade eden şahitliği hakkıyla yerine getirmenin, cihadın ve emr-i bi’l-maruf’un farziyyeti; yalancı şahitliğin haramlığı; hırsızlık, zina, içki, iftira, gıybet ve tecessüsün yasaklanması; pintilik, korkaklık, sözünde durmamak ve yalan söylemenin yerilmesi hep bu ilkenin tahkimine matuftur. Vahyin temsil ettiği Rabbani terbiye, mü’min muhataplarından talep ettiği “İslâm cemaatinin” kalbine camiyi yerleştirir. Cami sadece “ibadet edilen” (mescid) yer değil, aynı zamanda “toplayan” yerdir. Cuma namazı, bu Rabbani ictimanın zirve noktasını temsil eder. Cami en geniş anlamda eğitim ve öğretim için mü’minleri toplayan en özgün “eğitim ve öğretim merkezi”dir. Namazlarda imamın açıktan okuduğu sureler, cemaatin sadece “dinlemesi” için değildir. Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetlerinin de delalet ettiği gibi cemaate Rabbani terbiyenin ana ilkelerinin hatırlatılması içindir. Bu ilkelerin en başında Fatiha Sûresi’nde ifadesini bulan hakikatler gelir. Allah Rasulü namazlardan sonra cemaate dönerdi. Bunu şimdilerde bir sünnet olarak uygulayan imamlar şu soruyu sormalıdırlar: “İyi de, Allah Rasulü sırtını kıbleye dönme pahasına cemaate yüzünü niçin dönerdi? Sırf tesbihat ve dua etmek için cemaate dönmenin makul bir açıklaması olabilir mi? Elbette olamaz. Allah Rasulü namazdan sonra cemaate konuşmak, onları dinlemek ve cevap vermek için dönerdi.Cuma namazı, insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir “yaygın eğitim” uygulamasıdır. Bu eğitim bir nevi terbiyenin tatbikatıdır. Üyesini yüz milyonların oluşturduğu Muhammed ümmeti, 1400 yılı aşkın bir zamandan beri yeryüzünün her yanında aynı gün ve aynı saatte eğitimden geçmektedir. Üstelik bu eğitim bir yaşa değil her yaşa, bir cinse değil her cinse hitap etmekte, bir konuya değil her konuya el atılmaktadır. Bu nedenle diyoruz ki; genelde bütün insanlık, özel ise her Müslüman İslâm terbiye sistemine muhtaçtır.

İkame-i din ve ıslahı nefs için terbiye şarttır. Bakınız bu hususta M. Hamdi Yazır (Rh.a.) şöyle diyor: “İlim, insanların salâhı için kâfi değildir. Nefs-i emarenin öyle kötü hissiyatı vardır ki, insanları bildiklerinin hilâfına açık açık fenâlıklara sevkeder. Onun için ahlâkı beşerin ıslâhı işinde ilimden başka hissiyatın tezhibi için bir terbiyeyi ameliye dahi lazımdır. Dinî terbiyenin bu haysiyetle de ehemmiyet-i mahsusası vardır.”(5)

Dinî terbiyeyi kaybeden ferdler ve toplumları sadece ilim ile ıslah etmek mümkün değildir. Dinî terbiyeyi kaybedenler, ilim sahibi olsalar bile parçalanıp dağılmaya mahkûmdurlar. Rabbimizi buyuruyor: “Tefrikaya düşmeleri ise kendilerine ılim geldikten sonra sırf aralarında Bagy-ü ıhtırastan dolayıdır ve eğer rabbından müsemmâ bir ecele kadar diye bir kelime geçmiş olmasa idi aralarında hukmi kaza mutlak icra edilir bitirilirdi arkalarından kitâba vâris kılınanlar da ondan işkilli bir şekk içindedirler”(6).

Görüldüğü gibi, insanların kendi aralarında tefrikaya düşmeleri ilimden sonra olmuştur. Dolyısıyla insanoğlunun ıslâhı için ilim ile birlikte terbiye de gereklidir. İnsan terbiye edilmeye en meyyal varlıktır. İnsan kâinattaki diğer canlılarla kıyaslandığında daha kolay etkilenen, daha kolay biçimlenen bir varlıktır. Bu nedenledir ki İslâm dini eğitime çok önem vermektedir. İslâm tarihi incelendiği zaman görülecektir ki, din inmeye (nazil olmaya) başladığı dönemlerde, sefil, cahil, zelil bir kavim olan insanlar, İslâm’ın Oku emrindeki mucize ile ve oluşturulan sistemli talim, terbiye faaliyetleriyle kökten değişmiş, sefil, cahil, zelil bir kavimden dünya çapında fatihler, âlimler, kahramanlar çıkmıştır. Peygamber Efendimiz insanın terbiyesini hem fert, hem de cemiyet planında ele almış, her iki birimi de kendilerini İslâm’ın ışığında Nefs muhasebesine (otokritiğe) davet ederek kendi kendilerinin terbiyecileri olmalarını sağlamıştır. Yani İslâm dış gözlemi ihmal etmemekle birlikte iç gözlemi esas almıştır. Böylece insan kendi nefs muhasebesini yapacak, bunu yaparken de her daim Allah’ın huzurunda olduğunu bilecek, buna göre hareket edecektir. İslamiyet nefs terbiyesi yolu ile insanların müspet yönde biçimlendirilebileceğini öngörmektedir.

Kâmil anlamda eğitmek ve yetiştirmek de mutlak ve hakiki Rab olan Allah’a aittir. O, sadece yarattıklarından bir cins olan insanı değil; tüm âlemleri terbiye eden, olgunlaştıran, yönetendir; âlemlerin rabbıdır. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Devamlı yaratma halinde olan, yaratıp da bırakıvermeyen, onları kemale erdiren de Rab olan Allah’tır. Her varlık, bizzat Allah tarafından terbiye edilmektedir. Bu terbiye, “eğitim” kelimesini hemen tümüyle karşılar. O yüzden öğretim ve eğitim kavramlarının karşılığı olarak Türkçe’de yakın zamana kadar “ta’lim ve terbiye” kullanılırdı; eski yoğunlukta olmamakla birlikte hâlâ kullanıldığı görülmektedir. İşte, eğitim karşılığı kullanılan terbiye kelimesi, rab kelimesinin türevidir. Öğretim ve eğitim prensipleri konusunda Allah’ın koyduğu hükümlere ters düşülmemesi, Allah’tan başka rab kabul etmemenin pratikteki uygulanışı ve başkasının kulluğunu kabul etmemenin zarûri bir neticesidir. Bilerek ve inanarak başkasının eğitimle ilgili ilkelerini Allah’ın hükümlerine tercih etme, o kimse veya görüşü rab kabul etme anlamına gelecektir. Tek rabbım Allah’tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan insanın temel görevi, Allah’ı tek rab kabul edip O’na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb’ın terbiyesi ile yetiştirmektir.

Yüce Allah bir Rab’dir. Rab: İnsanı en iyi eğiten, öğreten, yetiştiren, insanı terbiye edip, asıl yurda (ahirete) hazırlayandır. “...Kim temizlenip arınırsa, artık o kendi nefsi için temizlenip arınmıştır.” (7) Temizlenip arınmak, terbiye sürecinin başlangıcıdır. Bir insanı önce ailesi, sonra çevresi, daha sonrada (eğer yapabilirse) kendisi terbiye eder. Ancak en ideal ve doğru olanı, onu yaratanının terbiye etmesidir. Bu ise ancak, O’nun bize indirdiği Kur’an’a yönelmekle müm kün olabilmektedir.
Kur’an’ın hangi ayetine bakarsak bakalım mutlaka olgun bir imana ve Allah’a kulluğa çıkacak şekilde indirilmiştir. Tüm ayetler birbirini tamamlar ve hiç birisinde en ufak bir tenakuz yoktur. Yine Kur’an’ın hangi ayetine bakarsak bakalım, mutlaka insanı onaran ve terbiye eden bir yönü vardır. Çünkü bu kitap mutlak mürebbi olan tarafından insanın terbiye edilmesi için indirilmiştir. Kur’an, bir hidayettir, Kur’an Rahmettir. Kur’an insanı zulumattan nura çıkartır. Kur’an gönüllere bir şifa, hakkı batıldan ayıran furkandır. Ancak tüm bunlarla birlikle. Kur’an gerçek bir terbiye kitabıdır. İnsanı Allah yaratmıştır, onun olumlu ve olumsuz, yönlerini, açmazlarını, düşkünlüklerini, zaaflarını ve onlardan nasıl kurtulacağını ve nasıl terbiye olacağım “O” göstermiştir.

Yukardaki ayette de belirtildiği gibi Allah insanın temizlenip arınanlarını sever. İnsanın temizlenip arınabilmesi için kirlenmiş olduğunu farketmiş olmalıdır. O yüzden kişi mutlaka önce kendisini tanıma sürecine girmeli, kendisini anlamalı ve nasıl ve neden terbiye olması gerektiğine iyice ikna olmalıdır. Çünkü her terbiye süreci uzun bir yol alır, zahmetlidir, ve biraz da insana acı verir. Çünkü kişi, alışkanlıklarından ve alıştığı hayattan kolay kolay vazgeçmek istemez.“Doğrusu biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.”(8) Rahman, yukarıdaki ayette insanın şeklen, biçim olarak en güzel biçimde yaratıldığını, ancak buna mukabil insanın diğer yönü olan yani nefsi yönünün aşağıların aşağısına çevrildiğini söylüyor. İşte insanın dünyadaki yaşama gayesinin en başında yer alan durumlardan bir tanesi de bu ayettir.

Yani biçim olarak en güzel şekilde yaratılmış olar insanın, ruhi olarak da ona denk hale getirilip terbiye edilmesi gerekir. Allah insandan onun sorumlu olduğu şeyleri ister, sorumlu olmadıklarını ise istemez. Allah insandan organlarını daha iyi yapmasını istemez, vücudunun şeklini değiştirip başkalaştırmasını istemez. Ancak nefsini tanımasını terbiye etmesini, güzelleştirip olgunlaştırmasını ister. Kişi kendisini, yaratanının öngördüğü şekilde onun Kitabına uygun olarak terbiye edebilirse doğruyu bulmuş ve hidayete gelmiş olacaktır. Çünkü özünde Rahmani terbiye içermeyen bir kulluk, her zaman eksik ve hatalı olacaktır. Rahmani terbiyenin kaynağı ise Kur’an’dır. Rahmanın terbiye sisteminden geçmeyen geçirilmeyen nefis, kötülüklerin amiri olur. Rabbimiz Hz. Yusuf (as)’dan haber veriyor: “Ben nefsini temize çıkartmam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediğinin dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir.”(9)

“Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’. Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene. Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Onu örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.”(10)

“Artık kim taşkınlık edip azarsa dünya hayatını seçerse, şüphesiz cehennem (onun için) bir barınma yeridir. Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hebadan sakındırırsa, şüphesiz cennet (onun için) bir barınma yeridir.”(11)

İnsan nefsi karmaşık bir yapıya sahiptir. Sorunlar yumağıdır, insana kötü ve yanlış şeyleri güzel ve çekici gösterme özelliğine sahiptir. İnsan, nefsinin etkisinde kalarak yanlışa meyleder. Nefis her zaman “nefis” olan şeyleri isteyerek insanın dikkatini dağıtır ve onun iyiliklere ulaşmasını engeller. Nefis bunu yaparken, kendisinin adeta akıl hocası olan şeytanının sözünü dinler. Çünkü şeytan nefsi iyi tanır, onun nelerden hoşlanacağını çok iyi bilir, Şeytandan korunabilmek için, insan mutlaka “muhsin’ ve ‘muhlis’ olmalı, kendisini tanıma sürecine girmeli. Kendi öz muhasebesini yapmalı, hareketlerini davranışlarını tanımalı, bunları nasıl olgunlaştırıp düzelteceğini düşünmelidir. Bu eylemi yaparken de Yüce Yaratıcısını hiç unutmamalı ve onun Kitabullah’ını önüne koymalıdır. Bizi yaratan ve bizi her şeyiyle en iyi tanıyan “O” olduğuna göre O’nun Kitabı ve Onun güzel Resulü’nün sünnetleri bizi terbiye etmelidir.

Kur’an’ı Kerim’in inzal (iniş) sırası, aslında Allah (c.c)’ın insanlığı terbiye sürecidir. Rahman katında elimizdeki mevcut haliyle mahfuz olan Kitabullah, elimizdeki şekliyle inmemiş, terbiye süreci dikkate alınarak peyder pey tedrici olarak inmiştir. Yine Kur’an birçok ayette açıklar, izah eder, emreder ve yasaklar. Bu insanlığın Kur’an’a göre terbiye süreci dikkate alınarak bir uygulama yapılacak ise, aynı yolun izlenmesi gerektiğinin de ayrı bir delilidir.

Kur’an insanı terbiye ederken “üç aşamalı’ bir yol izler. Birinci aşama; zihnin terbiyesi. İkinci aşama; kalbin terbiyesi. Üçüncü aşama; amellerin (hayatın) terbiyesidir. Kur’an-ı Kerim bu aşamaları uygularken asla aceleci bir tavır sergilemez. Her zaman tedrici bir üslup benimser. Unutulmamalıdır ki, Kur’an başında. Kâinatın en güzel insanı Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğu halde terbiye süreci 23 senede tamamlanmıştır. Değişim ve terbiye kolay değildir. Çünkü insan doğası, bir değişime direnç gösterir. Zihinin ikna süreciyle yumuşama gösterir, ameli uygulama ile olgunlaşır. İşte bu notka terbiye sürecinin varmak istediği yerdir. Sonuçta artık insan, zihni, kalbi ve ameli terbiye sürecini tamamlamış olur.

İnsanoğlu zihnen, kalben ve amelen terbiye olunmaya muhtaçtır. İnsan neslinin, beyni ve aklı ile gerçekleştirdiği tüm tefekkür ve tasavvur faaliyetlerinin hepsine birden verilen isimdir. İnsanı sevk ve idare eden iki mekanizma vardır. Bunlardan birincisi zihin, ikincisi kalptir. Zihin duru ve düzgün olursa, kişinin kalbi de hayatı da duru ve düzgün olacaktır. Eğer zihinde kirlenmeler ve şüpheler (marazlar) baş göstermişse artık ikinci idari mekanizma olan kalpte de kirlenmeler ve marazlar oluşmaya başlayacaktır. İşte bu yüzden Rahman, insanın terbiye sürecine zihin tasavvurlarındaki sorunların ve yanlışların düzeltilmesinden başlar. Bir insanın zihnindeki doğru bilgiler eksikse, ya hevasından ya da hayalinden konuşmaya başlar. Bu da insanın helakini getirir. Rahman bu yönünü terbiye etmek ve işe doğru zihin inşaasından başlamak istediği için şöyle buyuruyor:

“Oku, yaratan Rabbi’nin adı ile”(12)
“Kur’an’ı tertil üzere (ağır ağır/düşünerek) oku”(13)

Kur’an, terbiyenin nereden başlaması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Kişinin zihinde aydınlık ve hakikat yoksa orayı karanlık ve cahillik doldurur. O yüzden insan okumalı, anlamalı ve terbiye olmalı. Ama neyi okumalı ve nasıl okumalı. İşte bu iki soru, insanı çok düşündürmüştür. Ancak ayete tekrar dönecek olursak, birinci soru olan neyi okumalıyız sorusunu, insanı Allah’a ve hakikate götürecek bilgi ve hikmet olduğunu anlayabiliriz. Çünkü Allah, bizim okuyarak O’ndan uzaklaşmamızı değil, aksine O’ na yaklaşmamızı ve yola girmemizi murad eder. İlk inen ayetteki ikinci dikkat çekici nokta ise ‘Rabbi’nin adı ile’ ifadesidir. Bu ifade ikinci soru olan, nasıl okumalıyız sorusunun cevabının oluşturmaktadır. Eğer Allah (c.c) bir Rab ise ki öyle, o zaman O’nun bizi terbiye etmesine müşahade edici olarak, ama mutlaka O’nun adıyla okumalıyız. Her vesile ile Allah’ın adını çok anmalıyız, çok zikretmeliyiz, O’nu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Özellikle her hayırlı işimize besmele ile başlamalıyız.Peygamber Efendimiz (sav), peygamberliğinin onuncu yılında kendisini Mekke müşriklerinin her türlü eza ve cefalarına karşı himaye eden amcası Ebû Talib’i, arkasından da kendisine ilk inanan ve hayatı boyunca destek olan eşi Hz. Hatice validemizi kaybetmişti. Bu olay hem Peygamber Efendimizi ve hem de bir avuç ashabını çok üzmüştü. Diğer taraftan Mekke’de İslâmiyet istenilen şekilde yayılamıyordu. Müşrikler, kendileri müslüman olmadıkları gibi müslüman olmak isteyenlere de mani oluyorlardı.

Peygamber Efendimiz müşriklerin baskısından çok sıkılmıştı. Mekke yakınlarında bulunan Taif’e gidip bir de ora halkını İslâm’a davet etmek istedi. Bunun için Taif’te tam on gün kaldı. Fakat Tâif halkından da gereken alaka ve ilgiyi göremedi, aksine ters tepki ile karşılaştı; onlar da Hz. Peygamber’e yapmadıkları kötülükleri bırakmadılar; alay ettiler, hakarette bulundular. Efendimizi Taif’ten çıkmaya mecbur etmekle kalmadılar, geçeceği yolun iki tarafına sıralanıp taş yağmuruna tuttular. Mübarek ayakları kanlar içerisinde kaldı.

Efendimiz üzgün ve bitkin Mekke’ye dönerken yolu üzerinde bulunan bir bağa uğradı, orada bir müddet dinlenmek istedi. Bu bağ Rabîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe’ye aitti. Addas isminde bir köleleri vardı. Bu köleleriyle Peygamber Efendimize tabak içerisinde bir salkım üzüm gönderdiler. Resûlullah üzümü “bismillah” diyerek alıp yemeye başlamıştı. Bu durum Addas’ındikkatini çekmiş, Resûlullah (s.a.s.)’in yüzüne bakarak:”-Vallahi, bu sözü bura halkı söylemiyor, burada kimseden böyle bir söz işitmedim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah:

“- Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın? Dinin nedir?” buyurdu. Addas:
“-Ben hristiyanım. Ninova halkındanım.” dedi. Hz. Peygamber:
“-Demek sen sâlih bir kişi olan Yunus b. Mettâ’nın memleketindensin”, dedi. Addas:
“-Yunus b. Mettâ’yı nereden biliyorsun?” dedi. Hz. Peygamber:
“-Yunus benim kardeşimdir. O peygamberdir. Ben de peygamberim.” buyurdu.(14)
Bu sözler Addas’ın hoşuna gitti. Addas, Irak sınırları içerisinde olan Musul civarındaki Ninova şehri halkından hristiyan bir kimse olup Mekke’li müşriklerin ileri gelenlerinden Şeybe b. Rabîa veya Utbe b. Rabia’nın kölesi idi. Hz. Peygamber’e:

“-Ben senin sıfatlarını İncil’de görür, Peygamberliğini Tevratta okurdum. Mekke’de peygamber olacağını, sana uymuyacaklarını ve içlerinden çıkaracaklarını, sonunda Allah Teâlâ’nın seni muzaffer kılarak Mekke’ye getireceğini ve dininin her tarafa yayılacağını biliyordum. Bana dinini öğret.” dedi.Hz. Peygamber de ona dinini öğretti. Addas Hz. Peygamber’in ellerini ve ayaklarını öpmeye başladı.(15) Hz. Peygamber’in hayatında cereyan eden bu olaydan alınacak dersler vardır:


a- Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatının her safhasında hatta en üzüntülü ve sıkıntılıanlarında bile insanları İslâma davet ederdi. Bu onun aslîgörevi idi. İnsanların küfür ve şirk bataklığında boğulmalarına gönlü razı olmazdı.
b- Allah Rasûlü bir şey yemeye besmele çekerek başlardı. Nitekim sözkonusu bağda kendisine ikram edilen üzümü yemeye de besmele çekerek başlamıştı.
c- Besmele, Hristiyan bir köle olan Addas’ın müslüman olmasına vesile olmuştur.

Dinimizde gerek dünya ve gerekse ahiretle ilgili her önemli ve meşru işe besmele ile başlamamız tavsiye edilmiş, besmelesiz başlanılan işin güdük kalacağı, sonunun gelmeyeceği belirtilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde:

“Besmele ile başlamayan her önemli iş güdüktür, sonu gelmez.”(16) buyurmuştur. Hz. Peygamberin (s.a.v.) de belirttiği gibi eksiktir, güdüktür. O yüzden insan Allah adıyla, Allah için ve Allah’ın kendisini terbiye etmesine müşahade ederek okumalıdır. Zihni Rahmanın öngördüğü doğru bilgilerle terbiye edilmiş insanın, artık kalbi de hayatı da doğru üzere kurulacaktır. İşte Rahman’ın benden istediğide budur.

İnsanın zihninin, kalbinin ve hayatının terbiyeden mahrum olması,insanın azmasına, Allahû Teâla ve gönderdiği din karşısında istiğna duygusuna kapılmasına sebep olur. İnsanda yeterlilik duygusu önce zihinde başlar, oradan kalbe iner, kalbte ‘kibir’ halini alır ve sonuçta kişinin bütün hayatını olumsuz etkileyen bir vürüs gibi kişiyi sarar ve mahveder. Terbiye olmamak; müstağniliğe, müstağnilik de azgınlığa götürür. İnsanın müstağnilikten kurtulabilmesi için, zihnen, kalben ve amelen Rabbanî terbiyeden geçmesi lazımdır.
___________________
(1) el-Münâvî Feyzu’l-Kadîr1/224-225; el-AclûnîKeşfü’l-Hafâ 1/72
(2) Meryem Sûresi//31-32
(3) Hak Dini-Kur'ân Dili/M. Hamdi Yazır, C.1,Sh: 75, İst/1996
(4) Bkz. Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler, Sh: 25-26 ,İst/1991
(5) Hak Dini Kur’an Dili/M. Hamdi Yazır, C:7, Sh:10, İst/1996
(6) Şura Sûresi/14
(7) Fatır Sûresi/18
(8) Tin Sûresi/4-5
(9) Yusuf Sûresi/53
(10) Şems Sûresi/ 7-8-9-10)
(11) Naziyat Sûresi/37-38-39-40-41
(12) Alak Sûresi/113- Müzemmil Sûresi/ 4
(13) İbn Hişam, es-Sîra, II, 62
(14) Mahmud Es’ad, Tarih-i Din-i İslam, İst/1995, Sh: 449
(15) Aclûni, Keşfü’l-Hafâ, II, 74

misak.com.tr

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.