Müslümanlar güçlendi de İslam güçlendi mi?

Müslümanlar güçlendi de İslam güçlendi mi?
İslam her ortamda yaşanır. Harpte, sürgünde, yolculukta, benzeri durumlarda. Ona göre vaz ettiği farklı hükümler vardır; uygularsın, yaşarsın. Camiye gitmek yasaklansa ne olur? Evimde kılarım. Ama İslam, gaflette yaşanmaz.

Müslümanlar güçlendi de (yaşanan) İslam güçlendi mi?
 
Manevi heyecanını koruyan insanları görünce yüreğim dalga dalga kabarıyor. İçim içime sığmıyor. Seviniyorum, gözlerim doluyor. “Yaşamak işte bu!” diyorum. Manevi hassasiyetini kaybetmiş insan, ilk bedeli, düşünce nasibinden mahrum edilmekle öder. Kurnazlığı vardır da, o kurnazlık kendi kendini tahrip etmekten başka bir işe yaramaz; tefekkürle alakalı hiçbir değer ifade etmez. Gözü yaşarmayanın kalbi de kurumuştur; kalbi kuruyanın aklı da ışıksızdır.

Bir kural vardır: "Zaruretler, miktarınca takdir olunur." İnsan bazen zaruret sebebiyle, istenmeyen bir tarzda davranabilir ve bu, anlayışla karşılanır. Ölçüsü nedir peki? Davranışın ölçüsü, zaruretin derecesiyle tayin olunur.

"Her sıkıntıyı zaruret sayarsak ölçülerin uygulanacağı yer kalmaz." diyor bir düşünür. Çok haklı bir uyarıdır. Faize cevaz vereceğiz “Darul harp” ne güne duruyor. Lüks ve konfor içinde yaşayacağız “Dünyadan da nasibini unutma.” Âyetinin tevili imdada yetişiyor.

Sıcak ve uzun günlerden dolayı oruç için kaçamak fetva arıyor. Ramazan umresine gidiyor, yanı başındaki komşusu kirasını ödeyemediği için evine haciz geliyor, beyefendi de zekatını fazlasıyla verdiğinden bahsediyor. Arkadaşının, borcundan dolayı elektriği kesilmiş karanlıkta oturuyor, bir başkası pazarın çekilmesini bekliyor ki “Pazar artığı” malzemeleri toplasın!

Hanımefendi haremlik-selamlığa dikkat ederek  güneşlenecek, bronzlaşacak otel araştırmasıyla meşgul. Tabii sadakasını verdiği için de içi son derece rahat! O da muhafazakarlık içinde özgürlük istiyor. Özgürlük istemek güzel de; hangi akılla, hangi şuurla, hangi ruhla, hangi idealle, hangi kişilikle, hangi niyetle, hangi seviyeyle istiyorsun o özgürlüğü? Sen sadece özgürlük istiyorsun; şuur, sorumluluk, görev, bilgi, düşünce, mutluluk, sevgi istemiyorsun! Aslında ne istediğini bilmiyorsun. Sadece nefsin serbestiyet tutkusunu, içgüdün olarak seslendiriyorsun; o kadar. "Benim şuuraltımı, nefsimi ve onlarla ilgili tutkularımı kısıtlama, serbest bırak" diyorsun! Bu istekleri “sünneti-mübahı-câizi” de âlet ve istismar etme riskine rağmen. Sünnet adı altındaki çok evlilikler ayrı bir dert! Hiç şehit hanımlarıyla, üç-beş çocuğuyla dul kalmış mağdur-muhtaç hanımlarla evlilikler duydunuz mu?

Ama sekreterleriyle, genç ve güzel kızlarla olan evliliklerini TV kanallarında “bütün ihtiyaçlarını karşılıyorum” havasında hiç mahcubiyet duymadan anlatanlardan çok rahatsız olmuşuzdur. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. “Ahsen-i takvim” üzere yaratılmak, “eşref-i mahlukat” olmak, “mükerrem” kılınmak! Bu çerçevede, sorumluluklar ve haklar birlikte doğar. İnsanın suç işlemesini önleyici ve “merhamet-sevgi-yardım-fedakarlık” hasletlerine yönelmesini sağlayıcı özelliklerinin farkında olunmazsa hata üstüne hata yapar. “Bunu neden böyle yaptın?” sorusu çok sorulur. Peki ya “Bunu niçin yapmadın?” sorusunu gerektiren ihmaller, kayıtsızlıklar duyarsızlıklar? Ki bu, yapılması gerekenleri yapmamayı ifade eder; yâni yapılmaması gerekenleri yapmak! Bütünlük içinde bakarsak; aktüel vebal tablomuz ortaya çıkar: yapılması gereken bazı şeyleri âdeta ısrarla ve inatla ihmal etmek, yaptığımız işlerde de öncelik sırasını gözetmemek. İşte şunları, şunları, şunları başardın becerdin. Tamam, iyi. Ama, öncelikli ele alınması gereken bazı önemli meseleleri inatla ve ısrarla ihmal etmiş olmanı, senin o yaptığın işler bağışlatmaz, seni vebalden kurtarmaz.

Düşünce tarihine bakın: bazıları hayatı dine sığdıramıyor, bazıları hayatta dine yer bulamıyor. Şöyle bir toplum kesiti tasavvur edin: din ilgisi bazı alışkanlıklardan ibaret, dil ilgisi basit ve zaruri iletişim kelimeleriyle sınırlı; edebi ve estetik bir hassasiyet yok; seviyeli okumaya ve ciddi düşünceye tamamen kapalı. Böyle bir toplum kesiti hangi “aidiyet-mensubiyet” içinde bulunursa bulunsun yeterli görülebilir mi? Bu kesit, ekonomik gelişmişliği ileri derecelerde bulunan bir topluma ait olsa bile onun halini de yeterli görebilir miyiz?

Hissi düşünmediğimiz, makul ve mutedil hareket ederek ölçü ve dengeyi kaçırmadığımız müddetçe müftü fetva verse bile kalbimiz fetva verir mi bütün bu olup bitenlere? İbâdetler âdetleşir, âdetler ibâdetleşirse; beklenen şuur elde edilebilir mi? Basit alışkanlıklar insanımızı kaliteli-vasıflı yapar mı? Hiç gündemden düşmeyen soruyu sorup dururuz kendi kendimize: “Ne zaman kemiyetten keyfiyete geçeceği?” diye… Tam bir hercümerç içindeyiz. Öte yandan da, hayat bu çalkantılar içinde, bütünlüğü ve dengesi olmayan savruk uğraşlarla bir yerlere doğru akıyor. Peki “insan” bu akışın neresinde? İnsan mutlu mu; manen ve maddeten bir bütünlük sağlığına sahip mi insan?

Bazen eksiklikler yanlışlıklardan daha kötüdür. Ve her eksiklik, ekseriyâ, bir “öncekileri değerlendirme yanlışının” ifadesidir. Doğru şeyler yapmayan yoktur. Herkesin yaptığı doğru şeyler vardır. Önemli olan, önem derecesine ve öncelik değerlendirmesine göre gerekenleri gerektiği gibi yapmaktır. Bir başka “değerlendirme problemi” düz kemiyet orantıcılığıdır. Sayı olarak iman ayetleri muamelat ayetlerinden daha azdır. Ama bir tek iman ayetinin bile önemi hiçbir şeyle kıyaslanmaz. İnsanın kalbi, kendi yumruğu kadar. Küçücük bir şey! Onun bir damarı yahut kapakçığı daha da küçücük! Ama çok önemli. Yazarken çizerken, düşünce üretirken, nefs muhasebesi yaparken, bu değerlendirme problemlerini hep göz önünde bulundurmalıyız. Bazen, maddi farklılık (onun da dış görünüşü) dikkate alınarak Müslümanlar “güçlendik” diyor.

Müslümanlar güçlendi de (yaşanan) İslam güçlendi mi? Benim bakış açımı belirleyen ölçü bu! İslam her ortamda yaşanır. Harpte, sürgünde, yolculukta, benzeri durumlarda. Ona göre vaz ettiği farklı hükümler vardır; uygularsın, yaşarsın. Camiye gitmek yasaklansa ne olur? Evimde kılarım. Ama İslam, gaflette yaşanmaz. Derdimiz bu bizim.

Batı sömürüyormuş, bilmem neymiş. Sömürülecek durumda olanı, biri çıkar sömürür. Kendine zulmedene, başkaları daha çok zulmeder. Yerimizde değiliz, kendimizde değiliz. Ruh irtibatsızlığı ile gurbetteyiz, gafletteyiz. Biz, bizi sömürenleri bile kurtarmak durumundayız. Belki onların hali bile bizden (gafletimizden) sorulacak. Kendimizi aldatmayalım. Maddeye mağlup olanın hiçbir kazancı hayır getirmez.

Hakk’ın rızası ve hakikatin hatırı, her şeyin üzerinde olmalıdır. Bu ölçünün istisnası yoktur. Çünkü bu ihlas salâbeti kazanılmazsa, bütün güzelliklerin kapıları kapanır. Rızkın da kapanır; vefanın da, şefkatin de, sevginin de, tefekkürün de. İnsanlar hassasiyetini kaybetme derecelerine göre körleşir, sağırlaşır, aptallaşır. Hatta hainleşir. Fakat sonunda “Hakk’ın rızasını ve hakikatin hatırını her şeyin üstünde tutma” fazileti kazanacaktır. “Gönül dostluğu” kazanacaktır, gözü yaşlılar kazanacaktır, sevgi-şefkat-merhamet kazanacaktır.

Gazeteci Yazar Yaşar Değirmenci


HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.