Dinde Reform Sapıklıktır
İslamda reform olmaz. Tarihteki ve günümüzdeki bütün reform hareket ve cereyanları sapıklıktır.
İslamda tecdid olur, yani dine sokulan bid’atler temizlenir, asla ve saflığa dönülür. İmamı Rabbanî hazretleri en büyük müceddittir.
Dinin hükümlerinin kaynağı Kur’an, Sünnet, icmâ ve kıyastır.
Bütün Ehl-i Sünnet imamları, ulema ve fukahası, müfessir ve muhaddisleri, mürşid ve şeyhleri reformculuğa karşıdır.
Kafirler, münafıklar, zındıklar, mülhidler, iki kimlikliler, Kemalistler İslamı tahrif etmek ve Müslümanları şaşırtıp yanlış yollara sokmak için türlü türlü reform hareketleri başlatmışlardır.
Bugün, tek bir Ümmet olması gereken Müslümanlar irili ufaklı yüzlerce, hattâ binlerce İslamcılık cereyanına bölünmüşler ve ortaya bir İslam Protestanlığı mozaiği çıkmıştır.
Reformculuk ve İslam Protestanlığı, İslam ve Ümmet için en büyük tehlikedir.
Yakın zamana kadar İslamcılık kelime ve kavramı yoktu, bunu kimler çıkartmıştır?
Kafirlerin ve münafıkların en büyük korkusu, mü’minlerin tek bir Ümmet çatısı altında birleşmesidir.
Bölünme azap, birlik rahmettir.
Bazı reformcuların, İslamda kader yoktur iddiaları küfürdür.
İslamda şefaat yoktur iddiaları vahim bir sapıklıktır.
Kabirlerde saadet veya azap yoktur iddiaları da sapıklıktır.
Kur’anı kendi re’y ve hevası ile tefsir etmek küfre kadar götürebilecek bir sapıklıktır.
Mütevatir ve sahih hadîsler de bir tür vahiydir ve Sünneti inkar veya tahkir edenler dinden çıkar.
Kur’andan, Sünnetten, icmadan çıkartılmış hükümlere Şeriat denir ve bu kutsal Şeriatı inkar, red, tahkir, tezyif eden kafir olur.
Reformcular Sünneti yıkmak istiyor, Sünnet yıkılınca fıkıh da yıkılacak ve meydan sapıklara kalacaktır.
Bütün uyanık Müslümanlar, her tür reformculuktan ateşten kaçar gibi kaçmalıdır.
Dindeki bütün bid’atlar sapıklıktır.
Peygamberimizin (salat ve selam olsun ona) Sünnetine sımsıkı yapışmak gerektir.
Sapıkların bozuk ictihadlarına ve yersiz fetvalarına asla kulak asılmamalıdır.
Din konusunda icazetli ve ehliyetli ulemanın, fukahanın, mürşidlerin sözlerine ve bilgilerine itibar edilmelidir.
Kur’anın muhkematını bırakıp da müteşabihatına tâbi olanların ayakları kayar.
Afganî, Abduh, Reşid Rıza, Fazlurrahman gibi reformcuların peşinden gidenler dinlerini ve imanlarını kaybeder.
Din konusunda, Resulullaha ulaşan (Salat ve selam olsun ona) ulaşan sahih ve kopuksuz silsileleri olan icazetli alimlere tâbi olunmalıdır.
Cahillerin, ehliyetsizlerin dinî konularda tartışması büyük bir kaosa, anarşiye ve felakete yol açar.
Osmanlı devlet-i islamiyesi, üç kıt’ada muazzam bir araziye ve yetmiş iki millete hükm ederken, Viyanayı kuşatırken, İslamın bayrağını şan ve şerefle dalgalandırırken Müslümanlar bugünkü gibi bölünmüş va parçalanmış değildi, Ümmet birliği vardı, mü’minler bir İmam-ı Kebire biat ve itaat ediyorlardı.
Dinini, imanını, ebedî saadetini kurtarmak isteyenler reformculuklardan, dinde bid’atlerden, Protestanlıktan uzak dursunlar, Ümmet çatısı altında yer alsınlar, Emirü’l-mü’minîne biat ve itaat etsinler. Emîri veya imamı tanımıyorlarsa gıyaben biat etsinler.
“İkinci yazı”
Üzücü Gebze Seyahatim
BİR ay kadar önce Şile yoluyla Gebze’ye gittim. Bu çok eski, çok tarihi şehrimiz kültür, sanat, mimarlık, şehircilik bakımından bitmiş. Bitmiş kelimesini kullanırken hiç mübalağa etmiyorum (abartmıyorum).
Gebze’de (Gördüğüm kadarıyla) bir Çoban Mustafa Paşa Camii, bir eski çarşıdaki tarihi Osmanlı hamamı, bir de onun önündeki yine Osmanlı çeşmesi kalmış.
Resmi rakamlara göre şehrin nüfusu dört yüz bin civarında. Biraz dolaşırsanız gerçek nüfusun, bunun belki de iki katı olduğunu anlarsınız.
Yüksek apartmanlar, yüksek iş merkezleri, hanlar… Arada, bir iki üç katlı eciş bücüş beton binalar. Hemen hemen hepsinde mimarlık sanatı açısından estetik, güzellik yok.
Odamda Osman Hamdi Bey’in eski bir Gebze tablosunun kopyası var. Geleneksel Müslüman evleri, onların önünde şiir gibi bir Arnavut kaldırımı, ön planda çimenler, yeşil yeldirmeli iki Türk hanımı, dört Türk çocuğu, asmalar… Ne kadar güzel, iç açıcı, ferahlık ve huzur verici bir manzara.
Acaba Gebze’de bir tek eski Müslüman evi kaldı mı… Kaldıysa içinde orta halli bir Türkiyeli oturuyor mu…
Nüfusu yarım milyon olan eski ve tarihi bir şehirde en az yarım milyon kitaplık bir kütüphane olması gerekmez mi?..
Böyle bir şehirde geleneksel milli sanat atölyeleri, tezgahları bulunması gerekmez mi?..
Bendeniz Gebze’ye gittiğim zaman oradan birkaç sanatlı hatıra eşyası almam gerekmez mi?..
Gebze’yi bu hale hangi zihniyet getirmiştir?..
Bütün o ruhsuz, şahsiyetsiz, acayip, büyük binaları mutlaka bir “yüksek mimar” hazırlamıştır.
Gebze çok büyüdü, dev bir sanayi ve ticaret şehri oldu. Bunu kabul ediyorum ama sanayi ve ticaret ilerlerken kültürün, sanatın, mimarlığın, şehirciliğin gerilemesini kabul edemiyorum.
Norveç’te ve İsveç’te de fabrikalar var, gidin görün yüzde doksanı parklar, bahçeler içinde harika güzel binalar.
Spor komplekslerinin mimarisi olur da fabrika, depo, sanayi tesisleri mimarisi olmaz mı?..
Osmanlı Devleti, batışına yakın Sultanahmet Cezaevi binasını yaptırmıştır; şimdi beş yıldızlı bir otel, görmeyenler gitsinler seyrine baksınlar, harika güzel bir bina. Kapısındaki “Dersaadet Cinayet Tevkifhanesi” kitabesini meşhur hattat Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer) yazmış. Hapishanenin kapısı bir saray kapısı gibi ihtişamlı ve sanatlı. Bendeniz gençliğimde “Zulümlerin en şenii ve alçakçası, kanunların gölgesinde yapılandır” başlıklı makalem dolayısıyla tutuklanmış ve bu hapishanede bir müddet kalmıştım. Dışı gibi içi de harika bir binadır.
Haliç’te Sütlüce mezbahası. Şehremini’nde Yüksek Kız Öğretmen Okulu, İstanbul Erkek Lisesi… Saymakla bitmez. Osmanlılar hapishanelere, hastanelere, mekteplere, bütün kamu hizmeti binalarına güzellik, sanat, kültür üfleyebilmişlerdir.
Osmanlı’nın son zamanında Milli Mimari cereyanı vardı, çok güzel binalar yapılıyordu. Ankara’da Ziraat Bankası, Türk Ocağı Binası… Sonra milli kimliğe, milli kültüre, milli mimariye, milli sanata sırt çevrildi ve Türkiye’yi çirkinleştirme faaliyetleri hız kazandı. Arada birkaç maliye binası, Laleli’de İstanbul Üniversitesi yapıldı ama onlar istisnaidir. Son seksen yıl içinde mimarlık ve şehircilik açısından kötülükler, çirkinlikler, zevksizlikler; iyilere, güzellere, sanata galebe çalmıştır.
Milli Mücadele yıllarında Anadolu şehirleri genellikle güzelmiş. Eski binalar ve eski şehir yapıları tahrip edile edile bir çirkinlikler meşheri oluşturduk.
Doğuda iki şehir, biri Türkiye’nin Van’ı, ötekisi Ermenistan’ın Erivan’ı… Van’ı şahsiyetsiz bir beton yığını haline getirmişiz, beride Erivan’a bakıyorsunuz, her şey milli Ermeni mimarisine göre. Yeterli kültürü olan bir insanın gözlerini bağlayıp başka bir ülkeden Erivan’a getirip gösterseniz, o şehrin bir Ermeni şehri olduğunu anlar. Aynı adamı Van’a götürün, ne şehri olduğunu bilemez.
Safranbolu’da, Kastamonu’da, Göynük’te, Taraklı’da, Beypazarı’nda, şurada burada eski evler kaldı ama maalesef yurt genelinde binde 999’u tahrip edildi. Bir de Avrupa’ya gidin bakın. Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda hallaç pamuğu gibi tahrip edildi, lakin eski evler, eski binalar, eski belediye, opera, tren istasyonu binaları ya restore edilmiş, ya aynen tekrar yapılmış, duruyor. O ülkede 1500’lü, 1600’lü yıllardan kalan ahşap binalar bile taş gibi sağlam, içlerine konfor koymuşlar ve hâlâ oturuyorlar.
Şu yirmi beş milyonluk mega-köy İstanbul’da klasik mimarimize uygun kaç bina vardır dersiniz… Bildiklerimi sayayım: Bağlarbaşı’nda köprüye yakın merhum Asım Ülker’in tepe pencereli Türk evi… Küçük Çamlıca’da (Büyük Çamlıca değil) Belediyenin yaptırdığı iki sosyal tesis binası… Boğaz Boyacıköy’de merhum mimar Refik Bey’in kendisi için yaptırtmış olduğu ve ismini Refikâbad koyduğu mesken… Bir de Çatalca’ya on beş kilometre mesafede muhterem dostum Profesör Nevzat Yalçıntaş Beyefendi’nin harika Türk evi…
Bizim İslamcılarımız, dindarlarımız ucuz edebiyat yaparken ortalığı velveleye verirler. İşe, sanata, mimarlığa, gelince ortaya fazla bir şey koyamazlar.
Karun kadar zengin olmuş Müslümanlar var. Bu muhteremler niçin İslam evlerinde oturmazlar?
Son Gebze seyahatim doğrusu beni çok üzdü. Bundan sonra kırsal kesimdeki evimden alışveriş ve tenezzüh için oraya gitmeyeceğim, Şile’ye veya Ağva’ya gideceğim.
Osman Hamdi Bey Gebze’nin son halini görse ne kadar üzülürdü.
(Bir teklif: Gebze’nin uygun ve müsait bir yerine bahçeli bir Türk evi inşa edilmeli, bir kısmı kültür ve sanat evi olarak, bir kısmı çayhane ve sohbethane olarak kullanılmalıdır.)