Materyalizmden maneviyata kaçış var

Modernizmden kaçmak istiyor insanoğlu. Yani doğuya Nepal’e giderek bir arayış içinde olanları görüyorsunuz. Dünyanın ünlü müzisyenleri para ve şöhretin en tepesindeyken, vazgeçip Nepal’de falan bir guruya hizmet ediyorlar. Adamlar anlamışlar a

Röportaj: Ahmet Can

BU ÇARPICI RÖPORTAJIN BÜYÜK YANKI UYANDIRAN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

Çarşamba günü ilk bölümünü yayınladığımız Şahin Uçar mülakatının son bölümünü yayınlıyoruz... Uçar yine ezberbozucu cevaplarıyla bilgi bombardımanına tutuyor sahte kalemşörleri... Yıkıntının altında kalanları orada bırakmıyor; “sahici fikir” tohumu ekiyor üstlerine... Ve mâna suyuyla büyütüyor taze filizleri... Buyrun...

Çılgınlık düzeyindeki tüketim kültürünün saftorik kölelerine ‘tıfıl teskin edici’ reçeteler sunan bir kaçış kültürü de gelişti -hippilik tarzı- ne diyorsunuz?..
Aslında televizyonundan, radyosundan ve internetinden, her yönden bir enformasyon bombardımanı, bir teknoloji muhasarası altındayız. Kafka’nın bir fare hikayesi vardır. Bir fare geniş bir alanda koşup duruyor. Sonra bir bakıyor ki alanın etrafı yüksek duvarlarla çevrili ve o duvarlar da gittikçe daralıyor. Fare kaçacak yer arıyor ve mecburen bir köşeye doğru kaçıyor; bakıyor orada bir kedi bekliyor kendisini yemek için ve kedi fareye diyor ki, ‘sadece gittiğin istikameti değiştirmen gerekirdi.’ Yani tıpkı Kafka’nın hikayesindeki daralan duvarlar gibi insanoğlu da adeta çamaşır makinesinin içinde tıkıştırılan ve yıkanan çamaşır gibi sıkılıyor. İnsanlık bıktı elbette bu aşırı materyalist dünyadan ve buna bir reaksiyon olarak da manevi arayış ihtiyacına girdi. Nitekim batıda görüyorsunuz Zen Budizme merak salanlar: “Zen Budizm ve Motorsiklet Bakım Sanatı”, gibi modern bunalımı anlatan kitapların farkındasınız. Bu bir kaçıştır.

Modernizmden kaçmak istiyor insanoğlu. Yani doğuya Nepal’e giderek bir arayış içinde olanları görüyorsunuz. Dünyanın ünlü müzisyenleri para ve şöhretin en tepesindeyken, vazgeçip Nepal’de falan bir guruya hizmet ediyorlar. Adamlar anlamışlar artık; yani sadece tüketen bir tüketim robotu olduk da, nereye kadar tüketeceksin; nihayetinde insan her şeyi bu kadar hızla tüketmeye başlayınca, bir anda kendisini de tükettiğini anlıyor. Çünkü kendini tüketmeden anlayamıyor bu materyalizmin ondan neler çaldığını. İnsan ruhu elbette bir gün isyan ediyor buna. Ruhtaki tahribatı anlıyor işte, bazı batılı adamlar. İşte mesele şu ki, bunu gerçekleştirecek irade de var mı? Ondan emin değilim.

Sizce demokrasi mantıklı bir sistem midir?
Bir kere soru yanlış, ben insanoğlunun mantıklı bir sistem kurabileceğine inanmam. Bunu söylerken sanki mantıklı bir insani sistem varmış yahut olabilirmiş gibi soruyorsunuz. Bence insan aklının sınırları tecrübî ilimle mahdutdur; oradan öteye geçmeye başladığında saçmalamaya başlar. İbni Haldun demiştir ki, “Maddesi olmayan bir şey hakkında burhan olamaz”. Müşahhas maddi dünyayı, fiziki nesneleri aşan her konu sağduyulu ve mantıklı şekilde ifade edilemeyecek kadar karmaşıktır, çok fazla muğlâktır bu meseleler çok komplikedir. Ben bir tarih filozofu olarak demokrasinin bilinen rejimler arasında en kötüsü olduğunu düşünüyorum. Ama 2500 yıl evvel Eflatun’un tarif ettiği meritokrasi (Will Durant’ın tabiriyle, liyakatsizlerin imtihanlarla elenmesi sonucu oluşan bir nevi okul demokrasisi) bilinen bir şey. Daha dün okuyordum: Birisi Eflatun’a bir ton küfür ederek bu sistemi tenkit ediyordu. Adam siyasal bilimciymiş. Evet, insan vücudunun en hareketli organı dildir, şimdilerde herkes her şeyi söylüyor, yazıyor, mürekkep tüketiyor elbette. Ama bir de makul olmak var; yani şimdi siz, demokrasi derken acaba neyi konuştuğunuzun farkında mısınız? Demokrasi dışında bütün rejimler yanlıştır diyorlar. Kim söylüyor bunu? Demokrasinin kurucusu olan şu meşhur finans kapital. Hâlâ da oligarşik demokrasileri onlar yönetiyor, onlar yönlendiriyor.

Kelimeler aslında tarif dahi edilemez
Semantikte bir kelimenin -lafzi olarak- gürültüden başka bir değeri yoktur. Kelime sadece havada bizim konuşmamızın meydana getirdiği bir ses dalgası ve onun çıkardığı bir gürültüdür. Mesela köpek kelimesine Araplar kelp diyor Farisiler sek diyor İngilizler dog diyor falan; peki şimdi ne olacak, hepsi farklı gürültüler değil mi bunların? Ama bu gürültüye anlamı, biz -üzerinde anlaşarak- lisani bir uzlaşma ile yüklüyoruz. Meseleyi ilmi olarak tahlil etmeye kalkarsak içinden çıkamayız. Semantikte kelimeleri tarif etmek ve anlamlarını bulmak zor bir meseledir. İlim zaten şöyle bir şey: Bir mesele ile çok uğraştığınız zaman, ilimde derinleştiğiniz zaman, incelemeden önce çok aşikar ve net olarak bildiğinizi sandığınız şeyler çok şüpheli hale geliyor. Üstelik gerçeği bulmak da zorlaşıyor. Malumat arttıkça da kafanız dahi karışıyor. Mesela zaman kavramını çok iyi bildiğimizi vehmederiz. Ama ben, bu meseleyi inceleyen yüksek seviyeli fizik ve matematikçilerin yazılarını okuyunca fark ettim ki, bu kelimenin manasının net olması bir yana, sadece benim de değil yeryüzünde yaşayan hiç kimsenin, zaman ve mekan kavramlarını itiraza mahal bırakmayacak objektif bir şekilde tarif etmesi mümkün değil. Hatta, bence bu bahisler insan kabiliyeti ve idrakinin sınırlarını aşıyor, bugüne kadar anlayamadığımız gibi, ilerde anlaşılabileceği de çok şüpheli. Bir kere zaman kavramı, hatta değişme kavramı bile bizatihi paradoksaldır ve bildiğimiz biçimi ile insan mantığı ve muhakemesi bence zamanı izah etmeye muktedir değildir. Kısaca, bir nesneyi anlamlandırmak semantik açısından büyük bir problemdir ve kelimeler aslında tarif dahi edilemez; çünkü herhangi bir kelimenin tek başına bir anlamı yoktur; kelimeye anlamını veren ait olduğu dil ve kültürdür..

Bir terimi tercüme etmek aptalca bir şeydir kanaatimce
Şüphesiz terimler tercüme edilemez. Bir terimi tercüme etmek aptalca bir şeydir benim kanaatimce. Ben bir terim kullanırsam mesela Arapça, İngilizce, Almanca, böyle bir parantez içinde, az çok doğru bir tercümesini vermeye çalışırım. Fakat bizim öğrendiğimiz her şey izafidir. Yani anlam kelimesi üzerine bile bir saat konuştuk, on saat dahi konuşabilirim. Fakat tam olarak nereye geldik; anlamın anlamını bile verebildik mi sizce?.. Bir terimi öğrenmek için o terimin ait olduğu alana, disipline vakıf olacaksınız ve onu tecrübi olarak yaşayacaksınız, çeşitli yönleri ile. Çünkü aslında geniş bir anlam sahasını ilgilendiriyor o terim. Ancak bütün o birikimlerin ışığında, bir terime anlam verebilirsiniz. Tamam o bir kelimeye anlam verdin, peki bütün o diğer kelimelere nasıl anlam vereceksin?... Bu mümkün değildir. Bir de “anlam dizgesi” denen bir şey var ki tercümesi gayri kabil. Bu yüzden bir dilden başka dile tam tercüme yapılamaz; bu yüzden her kültürü en iyi o kültürün kendi dili ifade eder. Çünkü o dilin ifade ettiği kültürdür o. Şimdi en basit bir İngilizce kelimeyi bile tercüme edemiyoruz. Bacon demiş ki; “writing makes an exact man” peki ama, buradaki “exact” kelimesi ne demek? Siz şimdi bir felsefe terimini alacaksınız Türkçe’ye tercüme edeceksiniz. Edin. Üstelik bunu bir de uydurma bir Türkçe ile yapacaksınız. Bir tarihte İbni Haldun’un bir tercümesine müracaat ettim. Bir şeye benzetemedim. Ben İbni Haldun’u çocukken okudum. Her terimin o kadar çok anlamı vardır ki, aslında tam tercüme edemezsiniz. Sonra neyse, bunu bir kitabımda da yazdım ya, o metni okuduğu zaman bir profesör arkadaşımız, “bu makale galiba sosyoloji ile ilgili” demişti. Bu terimi izah eden makaleyi bir tarih profesörü bile anlamamıştı; üstelik tercüme bir metinden. Sadece kelime anlamını tercüme etseydik ne anlayacaktı acaba? Bir de böyle köksüz bir dille, üstelik dil şuuru falan da olmayan bir dille tercüme edilen terimin, anlamı varsa da kaybolur.

Hikmete nasıl talib olunmalı?
Bence hikmete bir bütün olarak talib olunmalı. Her hangi bir disiplin sizi ancak kısmi gerçeklere götürür. Allah’ın kitabı mukaddes kitaplarla sınırlı değil. Allah’ın iki kitabı daha var. Biri kainat kitabı, bir de insan kalbi. Beşeriyet Allah’ın bu üç kutsal kitabını okumaya çalışırken, din bilginleri yalnızca mukaddes kitaplarla ve tarihi gelenekle meşgul olurlar. Fakat sanatkarlar ve sufiler insan kalbi ile de meşgul olurlar. İlim adamı ise, doğrudan cansız varlıkla, veya fiziki tabiatla meşgul olur. Siz tabiat yahut kainat kitabını hakikaten anlamlandırabilirseniz, o usul dahi sizi pekala hakka götürebilir. Nitekim ben baktım “Fizik ve Filozofi” diye bir kitapta -ki böyle saçma sapan terim tercümeleriyle doluydu; üstelik İstanbul Teknik Üniversitesi neşriyatı olmasına rağmen mütercimin adı bile yazılı değildi; ne kadar ciddi iş yaptığımızı insanlar bilsin diye söylüyorum- çok meşhur, büyük fizikçilerden birinin kitabıydı ve Nevton’dan başlayarak bugüne kadar gelirken, bütün o madde araştırmalarının arka planında, zaman ve mekan araştırmalarının arka planında, bir “Tanrı tartışması” vardı. Yani bir nihai hakikat arayışı vardı. İşini gerçekten hakkıyla yapan bir adam, hangi metottan giderse gitsin, sanat olsun, tarih olsun, felsefe olsun, tasavvuf olsun, ilim olsun hangi yoldan giderse gitsin hakikate, marifete –menzil-i maksuda- ulaşmak isteyecektir. Ama bunların her biri tek başına ele alınırsa, önceleri yalnızca kısmi gerçekleri verir. Çok derinleşirseniz, “hakikatin yüzü” ile karşılaşmaya başlarsınız. Küllü şeyin fânin illa vechullah... İsterse alanınız, cansız madde alanı olsun, fizik olsun.
Çocuk her şeyi çıplak gözle görür büyüdükçe şartlanmalar başlar

Tarihin televizyondaki illüzyona benzediğini söylüyorsunuz…
Bu Boudrillard’ın simulasyon nazariyesiyle aynı şeydir. Ben Tevrat’tan aldım; Nebukadnezar’ın unutulmuş rüyalar meselini. Tarih dahi öyledir: yani unutulmuş rüyalar. Uyanık haldeki rüyet ile uyuduğumuzda gördüğümüz rüya arasında beyin faliyeti olmak açısından hiçbir fark yoktur. İkisinde de hayal görüyorsun. Fakat aslında biz zaten kainata dahi kendi ruhumuzu yansıtıyoruz, bizim geçmiş, bugün ve gelecek hakkında da kurgularımız var. Yani hayvanda olduğu gibi beş duyunun aktardığı hissi verileri olduğu gibi kabul etmekle iktifa etmiyoruz biz: onu kafamızda kritik edip ruhi ihtiyaçlarımıza intibak ettirerek ve birtakım süzgeçlerden geçirerek görüyoruz. Mesela, Zen Budizm de çocuk her şeyi çıplak gözle görür. Büyüdükçe, eğitildikçe, çevrenin etkisiyle, o çocuğun kafasında şartlanmalar oluşur. Sonra her şeye şartlanmış olarak bakmaya ve değerlendirmeye başlar. Ancak tasavvufi anlamda kamil bir ruha ulaşmış bir kişi tekrar çocuk safiyetiyle bakabilirler dünyaya. Ancak o çocuk safiyetini de yine bazı insanlar istismar ederler vesselam. Fakat İsa aleyhisselam da demiş ki İncil’e göre, “çocuklar gibi olmadıkça göklerin melekutuna erişemezsiniz.” Ben bu sözlerimi Hz. İsa nın çok sevdiğim bir sözü ile bağlamak istiyorum: Hakikati bileceksiniz ve hakikat sizi hür kılacak...

Yarın: Tarih ve hakikati nasıl anlamalıyız?
 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yaşam Haberleri