Ahlakdışılığa sansür özgün bir dil oluşturuyor!
RÖPORTAJ: FAHRETTİN DEDE
İran’dan yeni geldiniz. Öncelikle İran'a neden gittiniz?
İran sineması ile ilgili bazı çalışmalarım vardı. Son yıllarda özellikle İran sineması üzerine okumalar ve izlemeler yapıyordum. İran sinemasına Türkiye'den bakış ile kitap hazırlığındaydım. Ancak İran'a gitmeden bu tür bir çalışmanın hayata geçirilmesinin eksik olacağını düşündüm. Ve dostum, Milli Gazete Kültür Sanat Editörü Bünyamin Yılmaz ile birlikte yola koyulduk.
Bir çoğumuzun hafızalarına kazınan filmlerin platolarını gezdiniz… Yönetmenlerle konuştunuz… Gitmeden önceki izlenimleriniz neydi, İran sineması hakkında şimdi nasıl düşünüyorsunuz?
Öncelikle İran ile İran sinemasını ayırıyorum artık. Zira İran'da sosyal hayat konusunda hem hayal kırıklıkları hem de şaşkınlıklar yaşadım.
Ne gibi şaşkınlıklar?
En başta kadınların sosyal hayat içerisindeki yerine çok şaşırdım. Dışarıdan bakıldığında, uluslararası medyanın da yönlendirmesiyle İran ile ilgili birçok şeyin yanlış ya da eksik bilindiğini biliyor ve tahmin ediyordum. Ancak kadınlarla ilgili olarak bu denli bir fark beklemiyordum. Tahran'da bir hafta kaldık ve emin olun kadınlar günlük hayatın tam merkezinde. Kadın şoförlerin çokluğu ve otomobil kullanmadaki uzmanlıkları, trafikteki rahat halleri, yollardaki kadınların giyinişleri, hal ve hareketleri... İran'da kesinlikle kadınlar tahmin edilenin ötesinde rahatlar. Elbette Tahran'da böyle olduğunu gördük biz. Başka bölgelerde, yerel şartlar dahilinde tablo farklı olabilir. Ama bizim zihnimizde oluşturulan, evinden çıkamayan, erkeğin ağzının içine bakan ve söz hakkı olmayan kadın tipi, kesinlikle İran'daki kadını karşılamıyor. Zaten görüştüğümüz sinemacılar arasında kadınlar da vardı.
İran sinemasına gelecek olursak; nedir İran sinemasını farklı kılan?
İran sinemasını anlayabilmek için önce sinemanın doğum yerine dönüp bakmak gerekir. Eşya zıddıyla malumdur. Bu bakımdan önce biraz Batı'ya bakmalı... Doğum yeri ABD ve Avrupa olan sinema, bir süre karşılıklı mücadeleden sonra ABD'yi merkez olarak seçer. Hollywood dediğimiz olgu böyle oluşur. yüz yıldan fazla zamandır bir sinema şehri ve dünyanın sinema merkezi olarak var oldu, Hollywood. Bu kadarla kalmadı ve bir sinema anlayışını merkezi oldu. Tamamen 'eğlendirme'ye yönelik, yapmacık, izleyiciyi yönlendiren bir maksatla hareket ediyor. Eğlendirmek dediğimiz mesele popüler kültürün tanımıdır. Hollywood tarzı sinema da popüler kültürün bu yanını temsil ediyor. Sinema ile ilgili bütün kuramlar ve akımlar da Hollywood'a karşı doğar. İlk olarak Rusya'da, Vertov bir manifesto yayımlar ve sonrası gelir. İran sineması bir kuram olarak var olmasa da, ülke sineması olarak en özgün ve özel sinemalardan. Hollywood'un, insanın sadece duyularına hitap eden, tüketime yönelik ve geçici sinema üretimin aksine, duygulara seslenen, zihni üretimi ve sorgulamayı körükleyen ve kalıcı etkisi ile sadece ve sadece insanı hedefleyen bir etkiye sahip, İran sineması.
Peki bunu nasıl gerçekleştiriyor?
Film dili dediğimiz bir mesele var. Bu, senaryonun yazımından kurgunun tamamlanmasına kadar bütün bir süreci kapsayan zamandır. Sinema yaparken yapılacak seçimlerle dil oluşuyor. Örneğin; izleyiciyi aptal yerine koyarak her hareketi tefsir eden diyalog kullanmanın karşısında, görsellerle birlikte bütüncül bir algıyı hedefleyen ve manalandırmayı izleyiciye bırakan kısa, ironik veya hiç söz kullanmadan sinema yapılabilir. Bunun yanında tamamen yapay dekorlarla film çekmenin karşısında, doğal ortamında senaryonun filme alınması seçeneği de sinema dilini ortaya koyan tercihlerdir. İran sineması bu açıdan tercihlerini kesin şekilde ortaya koymuş. Bunun en önemli etkisi belki de kısıtlamalar. İslam Devrimi sonrası, sinemaya, dünyanın belki hiçbir yerinde olmayan kısıtlamalar getirliyor. Meşhur ifadesiyle sansür diyebiliriz. Örneğin; bir kadının başı açık olmayacak. Benzer şekilde kadın ile erkeğin münasebeti kesinlikle gösterilemeyecek. Devrim öncesi İran sinemasının seks ve şiddet içerikli filmlerin bataklığında olduğu bilindiğinde, bu sansürün nasıl bir 'nimet' olduğunu görebiliriz.
Sansür mü nimet?
Bu ifadeyi bilinçli olarak kullandım. Elbette İran İslam Cumhuriyeti, sinemamız gelişsin diye bu kısıtlamalara gitmedi. İslam'a muğayil, ahlakdışı olmaması için sansüre gidiliyor. Sonuçta ise özgün bir sinema dili çıkıyor. Sansür sayesinde diyebileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor.
Siz kimlerle görüştünüz orada?
Sinema alanındaki hemen her kategoride kişiyle görüşmeye çalıştık. Dünyaca ünlü femnist yönetmen Tahmineh Milani; Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf filmlerinin yönetmeni Faracullah Silahşor gibi isimlerin yanı sıra eleştirmenler ve bazı kurum yöneticileriyle görüştük.
İran sineması en parlak dönemini ne zaman yaşadı ve şu anki durumu nedir? Klasikleşecek filmler yapılıyor mu şimdi de?
Özellikle İran-Irak Savaşı'ndan ötürü, 90'lı yılların başına kadar bu patlama gecikti. 90'lı yıllarla birlikte tam bir patlama yaşanıyor. 2000'li yıllarda ise bir farklılık yaşanıyor. Buna durgunluk denebilir mi, tam bilemiyorum. Belki de 90'lı yıllarda yaşanan sıçramanın yanında daha sönük kalan bir üretim hali var. Adına durağanlık demesek de en parlak döneminin üzerine çıkamayan bir hal var. Bir de bu sıçrama dönemini yaşatan yönetmenlerden sonra gelenler belki yeterince parlak değil. Böyle bir kanı da haksızlık olabilir diye düşünüyorum.
Klasikleşecek filmler meselesi ise biraz tartışmalı. Çünkü "takdir gören filmler" kategorisi de Batı kaynaklı bir oluşum. İran sineması, sanat sineması dediğimiz şekilde bir üretimdir. Ve bu üretim alanındaki filmlerin sahnelendiği yerler festivallerdir. Festivallerde ise 'kendi idaresini eleştirmek' gibi kıstaslar önceleniyor. Örneğin, Muhsin Makhmelbaf, en parlak döneminin en özel işlerini yapan yönetmenlerden biri. Hatta devrim öncesinde Şah polisine karşı silah kullanmış ve hapis yatmış. Şimdi ise 'rejim muhalifi' nitelemesiyle ülkesini eleştiriyor. Bu açıdan Batı'nın takdirini alan filmler yine yapılıyor. Ancak özgünlük açısından klasikleşenler ayarında filmlerin çok da yapılmadığı bir gerçek.
İran sinemasının Türk sinemasına yansımaları olduğu düşüncesinde misiniz? Yoksa Hollywood kopyası filmler üzerinde mi çalışıyoruz?
İran'da beni en çok üzen şeylerden biri şuydu; Türkiye sineması bilinmiyor. Takip edilmiyor. Türk dizileri çok revaçta. Ama sinemamız, sinemacılar arasında bile hakkıyla takip edilmiyor. Bunun haklı gerekçeleri de var elbette. Sinemamız çok uzun süre, bahsettiğiniz gibi kopya işler yaptı. Özgün bir sinema dilimiz yoktu. Hala yok. Lakin sinemamızda hiç iş yok demek haksızlık olur. Son dönemde, son 10 yılda özellikle çok ciddi bir damar oluşuyor ve güzel işler yapılıyor. Sadece Semih Kaplanoğlu bile başlı başına sıçrama noktasıdır. Nuri Bilge Ceylan'ın nispeten soğuk tarzına rağmen sinema adına değerli eserleri, Onur Ünlü'nün ilginç tarzı, Reha Erdem, Özcan Alper ve adını söylememekle hata ettiğim birçok isim umut vaat ediyor. Ancak burada da bir ayrım yapılmalı. Gişe sineması ile sanat sineması eserleri ayrı ayrı değerlendirilmeli. İyi gişe yapan filmlerin hiçbiri az önce saydığım listeye giremez.
Yeni dönemde Mesut Uçakan'lar, Yücel Çakmaklı’lar göremiyoruz. Direniş sineması yok sanki. Aynı şekilde maneviyat eksenli filmlerde her yıl ya bir ya iki tane görüyoruz. Ne düşünüyorsunuz?
Yücel Çakmaklı ve Mesut Uçakan'ın temsil ettiği Milli Sinema ya da İslami Sinema ya da Beyaz Sinema artık yok. Bu bir gerçek. Bahsettiğiniz açıdan maneviyat eksenli filmler de yapılmıyor. Lakin bu, maneviyatı olan filmler hiç yapılmıyor anlamına gelmiyor. Belki eskisinden daha çok manevi içerikli filmler yapılıyor ama bakış açıları ve işleyiş tarzları farklı.
Semih Kaplanoğlu’nun Bal’ı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sinemadaki düzenin çarklarını kırdı galiba?
Tam da ona geliyordum. Semih Kaplanoğlu'ndan bahsettim az önce. Kaplanoğlu'nun 'manevi gerçekçilik' diye bir kuramı var. Yusuf Üçlemesi ile bu fikrini sinema diline çevirdi. Üçleme'nin son filmi olan Bal'da, maneviyat açısından çok derin işlemeler var. Bu filmi müslümanların kesinlikle izlemesi gerekir. Aynı şekilde Onur Ünlü'nün filmlerinde de manevi olarak göndermeler ve işlemeler var. Şunu belirtmek gerek; bir filmin konusu doğrudan dini bir ögeyi içermiyorsa bu film maneviyat içermiyor demek değildir. Misal; Takva filmi dindar insanların bir tarikat bünyesindeki maddi-manevi hallerini ele alıyor. Bu film bahsettiğiniz manada maneviyatçı mı? Değil tabi ki. Zira filmin içerisinde müstehçen sahne de var. Şunu söylemeye çalışıyorum ki, artık Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan ve İsmail Güneş'in bir dönem yaptığı tarzda filmler yapılmaz ve bence yapılmamalı da. Bir sanat olduğu konusunda hiç şüphem olmadığı sinemaya, sanat kavramını içeriğini dolduracak eserler sunulmalı.
Zannediyorum bu konuda bir kitap çalışması içindesiniz. Ne işleyeceksiniz, biz sinema meraklısı okurlar olarak ne bulacağız bu kitapta?
Kitap olmayabilir, kitaplar olacak gibi. İran'a gitmeden önce bir kitap projem vardı. Ancak artık beni en az iki kitap paklar gibi. Bunların konusu İran sineması olacak. Öncelikli planım bu. Kitap çalışması olarak Türkiye sinemasıyla ilgili de çalışmalarım olacak inşallah. Ayrıca İran'a yaptığımız geziyi ve görüşmelerimizi de belgesel haline getireceğim.
***
Abdulhamit Güler kimdir?
Radyo-TV ve Sinema mezunu olan Abdulhamit Güler, 10 yıldır medyanın birçok alanında faaliyet gösterdi. Birçok ulusal televizyon ve gazetede muhabir ve editör olarak çalıştı. Milli Gazete'nin yanı sıra bazı dergilerde sinema yazıları kaleme alıyor. İnternette gündemi yazıyor. Metin yazarlığı yapan ve senaryo çalışmaları da olan Abdulhamit Güler, özellikle Müslümanların sinemaya bakışı ile ilgili yazılar neşrediyor. İran sinemasıyla ilgili çalışmaları da biliniyor.
YENİ AKİT/KÜLTÜR SANAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.