Ağlama ne olur!

Ağlama ne olur!
Amfilerden atılan, yarışmada kazandığı halde sahneden kovulan, Allah’ın emri için Sümeyyeler gibi işkence gören, ikna odalarında sorguya çekilen, aşağılanan horlanan, yolda yürürken arkasından hippi kılıklıların “öcüüü” diye bağırdıkları

AĞLAMA NE OLUR!

Yüklendin mi yine dağları, o zayıf/naif omzuna? Geçer, geçer dünyanın dûn olan yüzünde neler yaşanmadı neler geçmedi. Zamanın çöplüğüne neler karıştırılmadı. Geçer üç günün üç günü…

İnsanı en çok yıpratan yine insan değil mi? Hem cinsini yemediği halde öldüren ender mahlûktan biri olan... Eşrefi mahluk olmakla, esfele safilin olma konusunda muhayyer bırakılan, iradesinin kumandasını nefsinin eline tutuşturmakta mahir varlık, insan. Hal böyle olmasa, şeytan kendinden emin, “Yollarına oturacağım, yollarına pusu kuracağım, pek azını inanlar olarak bulacaksın..." der miydi? Bazıları için pusuya da gerek yok ki, nasıl olsa Onlar şeytanın yeryüzündeki elçisi.

Başörtülüm, sana ne zillet/ sana ne mezellet, seni üzenler düşünsünler. Hak ve hukukun yapıcısı “insan” olunca onun tahrif, tahrip edicisi de yine insan oluyor, değil mi? Hamdolsun ki, Hak’ın da hakkı/hukuku var, asıl hüküm koyucunun hükmü var.

O öyle bir adalet ki, boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağını söyleyen, adil olana “Faruk” sıfatı veren, mazlumu geri çevirmeyen, adalet. Allahın varlığına birliğine her an-ı seyyale, her lahza başı yerden kaldırmamacasına şükür gerektiren adalet. İnsanı insana muhtaç etmeyen, sorunları çözmek için sahte delilere ihtiyaç duymayan, konuşmasına gerek kalmadan şahitleri konuşturan adalet. Mazlumun gözünün yaşına, gökten kafile kafile ordular indiren, merhamet çağlayanlarını coşturan, adalet. Darda kaldım kapına geldim diyeni eli boş çevirmeyen adalet.

Yerin göğün en gizlisini saklısını bilen, kudretini anlamaya bizim zayıf akıllarımızın ihata edemeyeceği külliyette, en hassas teraziyi utandıracak hassassızlıkta, sonucuna “ama” eklenmeyecek eminlikte bir adalet. Şekke mahal olmayan, şüphenin muhal olduğu, keşkenin semtine uğramadığı… Ağacın içindeki kurdun ayağına hizmet götüren, en korumasız yavru serçeyi cihanın vahşetinden muhafaza eden, gecenin akabinde gündüzü getirterek denge kuran adalet.

Hadi sil, gözünden başörtüne süzülen o nadide incilerin dürr-ü yektası olan, en parlak mücevherden aydın olan, elmasın parıltısını puslu bırakan gözyaşını. Sil ki azap yağmurları gelmesin, sil ki, yer /gök ah-u zar ile inlemesin. Kıyametin saati, vaktinden evvel gelmesin.

Ağlama edep timsali başörtülüm, ağlama! Seni ağlatanların ağlayacağı günü gözle… Sen zalim olmaktan kork, mazlumun elleri güneşi tutar kaldırır, kaldırır da karanlıklar nehârın serinliğine erer. Senin sulbünden gelenler, o gözyaşlarının gölgesine sığınır. Zira: o ne kaim kalkandır, o iki damla nurdur, Nemrut’un sineğini çağıran sinyal, Ebrehe’nin Ebabillerinin yemi, İbrahim’in ateşinin serinliğidir.

Ağlama! Gayretullah’a gözyaşınla dokunma, mühlet denizini doldurma… Ağlama! Tehcir için zorlandığın mekânlar, varsın senin hicretin olsun; varsın yeryüzünün muhaciri ol, ahretin ensarı… Ama NE OLUR AĞLAMA çünkü ağlaman karşısında benim kalbimin dayanacak gücü kalmadı.

Rukiye Yıldız Erdoğmuş/habervaktim

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.