Boğaziçi'ni hiç böyle görmediniz!

Boğaziçi'ni hiç böyle görmediniz!
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde muhafaza edilen, 1851 tarihli tek parça panoramik resim bugünkü Beşiktaş ve çevresinin geçmişine ışık tutacak nitelikte. Tophane’den Arnavutköy’e uzanan ve Boğaziçi’nin Rumeli yakasının büyük bir kısm

OSMAN DOĞAN - SABİT TUNÇ

Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü niteliği taşıyan kütüphane, arşiv ve müzelerimizdeki kitap, vesika ve diğer malzemeler bizleri binlerce yıllık bir zaman yolculuğunda keşfe çıkararak geçmişin izini sürmemize yardımcı oluyor. Bu yolculuğun vazgeçilmez duraklarından birisi de hiç şüphesiz Başbakanlık Osmanlı Arşivi’dir. Burada bulunan ve zamanının en büyük şahidi olan milyonlarca evrak hazinesi bir okyanus niteliğindedir. Altı asır boyunca üç kıtaya hükmeden bir medeniyetin yazışmalarının önemli bir kısmını meydana getiren bu kıymetli arşivde resmi defter, sicil ve evraklar yanında on binlerce harita, plan, kroki, çizim, illüstrasyon, resim gibi görmelik malzemeler muhtelif tasnifler altında geçmişe ilgi duyanların istifadesine sunulmuştur.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndemuhafaza edilen 1851 tarihli tek parça panoramik resim bugünkü Beşiktaş ilçesinin ve çevresinin geçmişine ışık tutacak nitelikte. Tophane’den Arnavutköy’e uzanan ve Boğaziçi’nin Rumeli yakasının büyük bir kısmını gösteren çizimde saraylar, kasırlar, köşkler, yalılar, camiler, askerî kışlalar, hastaneler, mezarlıklar, selvi koruları ve çiçek bahçeleriyle dalgalanan bir masal şehri bütün ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Bu çizim hem Boğaziçi’nin mimarî tarihi açısından hem de denizcilik tarihimiz açısından çok kıymetli bir vesika özelliği taşımaktadır.



Resmi incelediğimizde ön planda 160 yıl evvel Beşiktaş önlerinde filo usulüne göre sıralanan Osmanlı donanmasına ait 19 parça gemi çizilmiştir. Bu gemiler Osmanlı’nın yelkenli ve kürekli gemilerden buharlı gemilere geçiş devrinin ilk yıllarına ait örnekler olması açısından çok mühimdir. Bu çizimin ikinci kısmını teşkil eden ve resmi daha da kıymetli hale getiren Kurşunlu Mahzen’den Arnavutköy’e uzanan Boğaziçi sahili ve bu sahil üzerinde yer alan mimarî eserler ve tabiat güzelliğinin tasvir edilmesidir. Boğaziçi’nin Rumeli yakası hakkında 1851 senesinin fiziki ve sosyo-kültürel yapısı hakkında fikir veren bu çizim, şehrin bugün çoğu şekil değiştirmiş veya kaybolmuş eşsiz güzelliklerini hatırlamamıza da imkan sağlıyor. Bunun yanında Boğaziçi sahilini bu kadar detaylı ve canlı renklerle gösteren başka bir çizim pek nadir olduğu gibi tasvirde gösterilen mekânlardan çok azının günümüze ulaşmış olması da dikkat çekiyor. Geçmişin güzelliklerini bizlere hatırlatan 160 yıllık bu çizimle Tophane’den Arnavutköy’e adım adım yolculuğa başlamadan evvel Boğaziçi’nin geçmişinde kısaca bir göz atalım.



Beş Asırlık Boğaziçi Medeniyeti
İstanbul’un fethinden evvel Boğaziçi imar edilmiş değildi. Bu kıyıların güzelliğini keşfeden Osmanlılar, buranın güvenliğini sağlamak için binalar yapmış ve mimarimiz bu güzel kıyılarda kale burçları ve hisarlar şeklinde yükselmişti. Boğaziçi, Fatih’le başlamış Kanunî ile genişlemiş, 17. ve 18. asırlarda en güzel ve en mamur devirlerine erişmiş; Bizans devrindeki ıssızlık ve sessizliğin yerini giderek artan bir ihtişam almıştır. Kısa zamanda inşa edilen saray, kasır, köşk, yalı, bahçe, cami ve çeşmelerle bezenmiş; mimarisi, güzel sanatları, edebiyatı ve muaşeretiyle bir Boğaziçi medeniyeti teşekkül etmiştir. Boğaziçi’nin gelişmesine en büyük katkıyı ise Osmanlı sultanları yapmışlardır. Sultan Üçüncü Selim, Boğaziçi kıyılarını baştanbaşa imar eden ahşap Beylerbeyi ve Çırağan Saraylarını çok muhteşem bir şekilde yeniden yaptırırken, İkinci Mahmud Han da burada geniş bir imar çalışması başlattı. Sultan Abdülmecid, Boğaziçi sahillerinde ilk kagir saray ve yalıları inşa ettirirken, kardeşi Sultan Abdülâziz ise ahşap Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları yerine kagir saraylar kurdu. Sultan İkinci Abdülhamid ise Yıldız tepelerinde birçok küçük köşklerden ibaret Yıldız Sarayı’nı genişletti ve otuz üç sene devleti Boğaziçi’nden idare etti.

Boğaziçi’nin Güzelliğinin Sırrı
Yüzyıllardır milyonlarca insanın hayalini süslemiş değişik bir âlem olan Boğaziçi, bir bakıma İstanbul’dan ayrı, yalnız kendine benzeyen bambaşka bir mekan oldu. Boğaziçi’nin güzelliğine güzellik katan sır, yapıların sadeliği ve seyrekliğiyle beraber yeşille mavinin kol kola olmasında saklıdır. Sahillerin o girintili çıkıntılı çizgisi üzerinde binalar öyle güzel yerleşmişlerdir ki sanki tabiatın bir parçası olmuşlardır. Tabiat güzelliği ve mimari estetiği yanında Boğaziçi’nde her semtin ve o semtte yer alan her yapının ayrı bir hikayesi ve ayrı bir geleneği vardır. Bunlardan biri de Osmanlı donanmasının Akdeniz ve Karadeniz tarafına filo çıkarmadan önce birkaç gün Beşiktaş önlerine konuşlandırılıp halkın ve sultanın seyrine sunulması geleneğidir. Osmanlı donanması ve Boğaziçi için çok mühim olan bu âdet asırlarca kökleşerek ve zenginleşerek devam etmiş ve 19. yüzyılın ortalarına doğru son bulmuştur.



Osmanlı Deniz Medeniyeti
Bilindiği gibi küçük bir kara beyliği olarak kurulmasına rağmen, sahillere ulaştıktan sonra denizcilik bilgi ve tecrübesini artıran Osmanlılar; Yıldırım Bayezid’in Gelibolu’yu donanma üssü yapması, Fatih’in İstanbul’u fethederek Karadeniz ve Akdeniz’e açılması, İkinci Bayezid’in sessiz hazırlıklar yapıp Yavuz Selim’in de İstanbul Tersanesi’ni üs haline getirmesiyle büyük bir deniz medeniyeti halini almıştır. Ancak bu büyük su coğrafyasında karaların güvenliği yanında adaların ve sahillerin de muhafazası gerekiyordu.

16. yüzyıldan itibaren Osmanlı sahillerini korsanların taarruzlarından muhafaza etmek için her sene rûz-ı hızırda yani ilkbaharda donanmanın Akdeniz ve Karadeniz’e filo çıkarması bir âdet halini almış ve bu gelenek 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Donanma açık denizlere açılmazdan evvel bütün noksanları tamamlanıp techiz edilip, personelin tayinatları ve maaşları verildikten sonra tersaneden alarga edilerek Beşiktaş önlerine gönderilirdi. Gemilerin levendleri ve neferlerinin toplanmasını sağlamak, mühimmat almak, levazım ve noksanları tamamlamak yanında uygun rüzgâr beklemek üzere donanma, Beşiktaş önlerinde bir iki gün kalır, bu vesileyle de donanma halkın ve sultanın seyr ü temâşâsına sunulmuş olurdu. Padişahın hatt-ı hümâyûnu gereğince sahillerin muhafazası için çıkılacaksa az bir donanma kuvveti gönderilir, geri kalanlardan tamir edilmekte olanlar dışındaki Donanma-yı Hümâyûn rûz-ı kasımın yani kış mevsiminin yaklaşmasına kadar Beşiktaş yanında, zaman zaman Kabataş veya Dolmabahçe önlerinde de demir bırakırdı. Nitekim yayınladığımız resmin belgesinde Kaptan Paşa 15 Mayıs 1851 tarihli tezkiresinde yaz mevsimi geldiğinden dolayı vazifeli gidecek ve tamir edilmekte olan gemilerin isimleriyle personel miktarları yanında İstanbul’da kalacak olan ve tamire muhtaç olmayan on dokuz adet geminin filo usulüne uygun olarak Beşiktaş önlerine çıkarılması için izin istemiştir. Kaptan Paşa tezkiresine, mayıs ayının son günlerine doğru Tersane’den çıkacak olan on dokuz geminin Beşiktaş önlerindeki demir yerlerini gösteren bir resmi de eklemiştir. Kaptan Paşa’nın tezkiresi 21 Mayıs’ta devrin padişahı Sultan Abdülmecid Han’a arz edilmiş ve 22 Mayıs’ta, İstanbul’da bulunan donanma gemilerinin resme göre Beşiktaş önlerine filo tertibine göre demirlemesi için irade çıkmıştır. Bunun üzerine resimde de görüldüğü gibi İstanbul’da bulunan her şeyiyle sağlam on dokuz parça gemi yeniden boyanmış, armaları yenilenmiş, bayraklar ve sancaklarla süslenmiş, yeterli miktarda da bahriye askeri konularak filo tertibi üzere Beşiktaş önlerinde Kurşunlu Mahzen’den başlayarak Tophane, Salıpazarı, Fındıklı, Kabataş, Karaabalı, Dolmabahçe, Beşiktaş, Çırağan, Ortaköy, Arnavutköy hattı karşısına hilal şeklinde iki sıra halinde sıralanmışlardır. Resimde gösterildiği gibi gemiler, Boğaziçi’ne dik olarak uzandığından akıntı ve rüzgardan muhafaza olunduğu gibi sahilden de donanmayı seyretmek daha kolay oluyordu.



Yelkenlilerden Buharlı Gemilere
İlk sıra yeni tarzda bir uskuna ile Kurşunlu Mahzen’den başlamış, korvet ve briklerle devam etmiş, yine uskuna ile bitmiş toplam yedi parça gemiden mürekkeptir. En solda Galata Kulesi altından itibaren sırayla Tarz-ı Cedid Uskunası, Talia Briki, Gül-i Sefîd Korveti ve Mesîr-i Ferah Korveti gelmektedir. Sağ tarafta Çırağan Sahilsarayı altında bulunan ilk üç gemi ise sağdan itibaren Nüvîd-i Fütûh Briki, Neyyir-i Zafer Briki ve Nev-eser Uskunası’dır.
İkinci sıra ise genellikle daha ağır ve daha büyük gemiler olan firkateynler ve vapurlardan oluşan on iki parça gemiden meydana gelmektedir. Sol taraftan sağ tarafa sırasıyla Fazl-i İlah Firkateyni, Nâvek-i Bahrî Firkateyni, Şihâb-ı Bahrî Firkateyni, Nusretiye Kapak Kalyonu, Peyk-i Meserret Kalyonu, Üç Ambarlı Mesudiye Kalyonu, Üç Ambarlı Mahmudiye Kalyonu, Muhbir-i Sürûr Vapuru, Sâik-i Şâdî Vapuru, Feyz-i Bârî Vapuru, Taif Vapuru ve Mecidiye Vapuru. Bu filonun amiral gemisi ise resmin tam ortasında ve Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesinin tam karşısında en üstte bayrağı bulunan Üç Ambarlı Mahmudiye Kalyonu’dur. Bayrak ve sancaklarla süslenen gemilere dikkat edilirse bayraklar şu andaki bayrağımızla çok büyük benzerlikler göstermektedir.

Ancak burada sormamız gerek soru bu çizimleri kimler niçin yapıyordu? Bu sorunun cevabını Osmanlı gemi inşa teknolojisinde aramalıyız. Çok öncelerden beri aynı mimari bir bina inşası gibi gemilerin de plan ve projeleri hazırlanarak maketleri yapılırdı. Sultan Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud, yapılacak gemilerin resminin çizilerek kendilerine gönderilmesi hususuna büyük özen göstermişler ve bunları inceleyerek görüşlerini de ifade etmişlerdir. İnşa edilecek gemilerin resimlerinin çizilmesi o derece yaygınlaşmıştır ki, gerek Tersane’de ve gerekse taşra tersaneleri ile diğer gemi inşa tezgâhlarında yapılacak kalyonların birer resminin çizilerek gönderilmesi kararlaştırılmış ve bu çizimler Tersane’de muhafaza altına alınmıştır.

Buradan hareketle 1851’de Boğaziçi’nde 19 parça Osmanlı donanmasını gösteren çizimi de tersanede vazifeli bir ressam çizmiş olmalıdır. İsmini şimdilik tespit edemediğimiz ressamımız sadece gemileri çizmekle kalmamış, Kurşunlu Mahzen’den Arnavutköy’e kadar uzanan Boğaziçi’nin Rumeli yakasındaki cami, saray, kasır, kışla, hastahane, mezarlık gibi mimari yapıları, ağaçlarla kaplı yemyeşil tepeleri, tepelerin arasında vadilere doğru akan bahçeli evleri çizmiştir. Osmanlı denizcilerinin pîri olan Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesini iki müsennâ vavla bir gemi gibi belirtmesi de dikkat çeken bir başka husustur.



Kurşunlu Mahzen
Boğaziçi’nin mimarî yapısı ve tarihiyle alakalı çok mühim bilgiler içeren ve bizleri 160 yıl öncesi Boğaziçi’ne götüren meçhul ressamımızın çizimleri arasından tespit ettiğimiz eserleri anlatmaya başlayalım. Resmimizin en sol köşesinde Kurşunlu Mahzen yazısını okuyoruz. Ancak çizgiler çok ince olduğundan Kurşunlu Mahzen Köşkü’nü seçemiyoruz. Bu tarihlerde Kurşunlu Mahzen’in yakınında iki cami bulunmaktaydı. Bunlardan biri 1640’da inşa edilen Kemankeş Mustafa Paşa Camii, diğeri ise 714’te İstanbul’u kuşatan Emevî orduları kumandanı Mesleme’ye kadar uzandığı söylenen ve İkinci Mahmud Han devrinde tamir edilerek ibadete açılan Kurşunlu Mahzen (Yeraltı) Camii’dir.

Tophane
Kurşunlu Mahzen’den Salıpazarı’na kadar uzanan Tophane kısmı daha ayrıntılı ve daha belirgin resmedilmiştir. Şehir merkezine yakınlığı ve 17. yüzyılda bol ağaçlıklı olduğundan Boğaziçi’nin ilk gelişip büyüyen semtlerinden biri olan Tophane’deki top dökümhanesi Fâtih döneminde kurulup Kanunî devrinde geliştirilmiş ve Üçüncü Selim tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Çizimde Topçu Kışlası da Nusretiye Camii önünde tasvir edilmiştir. Kışlanın hemen yanında iki minareli Nusretiye Camii ihtişamlı bir şekilde gösterilmiştir. 19. yüzyılda yapılan İstanbul camilerinin en büyüğü olan Nusretiye Camii 1823’te çıkan bir yangında burada bulunan Top Arabacıları Kışlası ile Sultan Mahmud’un yaptığı camiin yanması üzerine yapılarak 1826’da hizmete açılmıştı. Her ne kadar kışla camii olarak yapılmışsa da, aslında bir selâtin camiidir. Tek minareli olmasına rağmen ihtişamıyla Nusretiye Camii’ne yakın olan Kılıç Ali Paşa Camii resimde belirtilmemiştir. O devirde Tophane Camii olarak da bilinen Kılıç Ali Paşa Camii, medrese, türbe ve hamamı ile bir külliye olarak hizmet veriyordu. Bu tarihte Defterdar Camii adıyla bilinen Ebû’l-fazl Mehmed Efendi Camii, Tumtum Camii, Topçu Odaları Mescidi, Hacı Mimî Mescidi (Karanlık Mescid), Sultan Bâyezid Mescidi, Akarca Mescidi, Tophane Ocağı Mescidi, Karabaş Tekkesi ve Mescidi, Siyavuş Paşa Çeşmesi, Silâhtar Mustafa Paşa Çeşmesi, Tophane Meydan Çeşmesi bulunmaktaydı. Yine bu tarihte Sultan Abdülmecid tarafından 1848’de yaptırılan dört katlı Tophane Kulesi de hizmete girmişti. Önceleri saati olmayan bu kule, saat takıldıktan sonra Tophane Saat Kulesi diye anılmaya başlanmıştır.

Salıpazarı ve Fındıklı
Tophane’den sonra Salıpazarı ve Fındıklı’ya geçiyoruz. ‘Salıpazarı’ ve ‘Fındıklı’ yazılarını okuduğumuz çizimde ressamımız Fındıklı Camii ve Emn-âbâd Sarayı’nı da çizmeyi ihmal etmemiş. Çizimde göremediğimiz ancak bu tarihte burada bulunan Salıpazarı Süheyl Bey Camii, Çivici (Çivi Limanı) Mescidi, Hatuniye Mescidi, çeşme ve tekke hizmet vermekteydi. Anadolu kazaskerlerinden Mehmed Vusûlî Efendi’nin Mimar Sinan’a yaptırdığı Fındıklı Camii adıyla anılan Molla Çelebi Camii ise ressamımız tarafından gösterilmiştir. Ancak, Fındıklı Camii 1957’de yol genişletme çalışmaları sırasında bir bölümü yıkılarak yerine beş kubbeli son cemaat yeri yapılacak, Koca Yusuf Paşa Sebili de yolun karşı tarafına taşınacaktır. 

Uzun süre ilmiye sınıfı mensuplarının merkezi olan Fındıklı’da Bursa kadısı Abdullah Efendi’nin yaptırdığı Pişmaniye Camii, İstanbul kadısı Kutub İbrahim Efendi’nin inşa ettirdiği Kadı Mescidi, Seyyid Yahya Efendi’nin yaptırdığı Emîr İmam Mescidi ile Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin yalısı da bulunmaktaydı. 18. yüzyıl başlarında Damad İbrahim Paşa tarafından Emn-âbâd Sarayı’nın inşasından sonra Fındıklı daha da önem kazanmıştır. Ressamımızın çizgileriyle belirttiği Emn-âbâd Sarayı sonraki yıllarda yıkılacak ve yerine Sultan Abdülmecid’in kızları için 1856’da inşaatına başlanılan Çifte Saraylar adıyla iki kagir sahilsaray yapılarak 1859’da kullanıma açılacaktır. Çifte saraylardan biri bugün Deniz Ticaret Odası, diğeri ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi rektörlük binası olarak kullanılmaktadır.

Kabataş ve Dolmabahçe
Ressamımız Kabataş ve Karaabalı adlı yerleri de çizmiş ancak burada herhangi bir tarihi yapıyı belirtmemiştir. Fındıklı ile Dolmabahçe arasında bulunan ve bir zamanlar Fındıklı’ya bağlı olan Kabataş, bağlık bahçelik ve bağ evlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada Bağodaları Mescidi, Avni Ömer Camii adıyla da anılan Kabataş Camii ve Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi ve Kabataş Mendireği’nin hadika taşı inşa edilmiştir.

Ressamımızın en güzel çizdiği yerlerden biri de Karaabalı ve Dolmabahçe’nin bulunduğu yerdir. Çizimde, Karaabalı Bahçesi, bugünkü Dolmabahçe Sarayı’nın yapımından önce orada bulunan Saray-ı Cedid, onun yanında bulunan Çinili Köşk, Istabl-ı Âmire (Has Ahır) binaları ve hemen onun yanında bulunan ve saraya ait bir yapı olduğunu düşündüğümüz mekanlar gösterilmiştir. Ama daha o tarihte yapılmadığı için Dolmabahçe Sarayı, Kayıkhane, Saray Tiyatrosu, Dolmabahçe Camii ve Dolmabahçe Saat Kulesi’ni bu çizimde göremiyoruz.
Bir zamanlar Dolmabahçe vadisi seyrek ağaçların bulunduğu çiçekli yeşil bir koy idi. Padişah bahçeleri arasına alınan Dolmabahçe, Sultan Birinci Ahmed’in (1603-17) emriyle doldurulmuştu. Evliya Çelebi, eskiden servili küçük bir bağ bulunan bu yerin doldurularak 400 arşın büyüklüğünde bir meydan haline getirildiğini belirtir. Sultan Birinci Mahmud tarafından 1748’de yaptırılan Bayıldım Köşkü, 1679’da Sultan Dördüncü Mehmed’in Çinili Mabeyn-i Hümayun adıyla yaptırdığı köşk sonraki sultanlar tarafından genişletilir ve Birinci Abdülhamid zamanında zeminden itibaren çinilerle süslenerek yeniden yaptırılır. Ayrıca 1780’de Beşiktaş Sahilsarayı’nın elden geçirilmesi ve bazı yapıların yeniden inşası için Mimar Melling görevlendirilir ve çalışmalar Sultan Üçüncü Selim devrinde de devam eder. Beşiktaş Sahilsarayı İkinci Mahmud Han tarafından yeni bir saray inşa ettirilmek üzere yıktırılır ve yerine ressamımız tarafından çizimi yapılan bu saray inşa ettirilir. Nihayet Çinili Köşk dışındaki bütün eski yapılar yıktırılarak, yerine Boğaziçi kıyılarındaki sarayların en muhteşemi olan ve Osmanlı Devleti’nin estetik anlayışından ziyade ihtişamını gösteren bugünkü Dolmabahçe Sarayı yaptırılmıştır (1853-1854).

1851’e gelene kadar burada birçok eser yapılmıştır. Daha önceleri mevcut olan Çakır Dede (Dolmabahçe) Mescidi, Sipahi ağalarından Hacı Mehmed Emin Ağa’nın 1740’ta yaptırdığı sebil, türbe, hazire ve çeşme, ile sübyan mektebi, hamam bulunmaktaydı. Sultan Üçüncü Selim zamanında Dolmabahçe’de bir tüfenkhâne-i âmire kurulmuştu. İkinci Mahmud Han tarafından tamir ettirilen bu tüfenkhânenin yerine daha sonra Istabl-ı Âmire (Has Ahır) inşa edilmiştir. 1937 yılında stadyum yapımı için yıktırılan Istabl-ı Âmire yapıları üzerinde bugün futbol müsabakaları yapılmaktadır. Bu çizimden birkaç sene sonra 1853’te Bezmiâlem Valide Sultan bugünkü Dolmabahçe Camii’ni yaptırmaya başlayacak ve cami, oğlu Abdülmecid Han tarafından 1855’de tamamlanarak ibadete açılacaktır. Daha sonra bir istimlak sırasında birçok yapıyla beraber caminin avlusu yok olmuş, muvakkithane ise deniz kıyısına taşınmıştır.

Beşiktaş ve Çırağan Sahilsarayı
Ressamımızın mavi renklerle gösterdiği Çinili Köşkü de geçtikten sonra adım adım Beşiktaş tarafına ilerleyebiliriz. Tabii güzellikleri bakımından çok eski devirlerden beri ilgi görmüş ve önem kazanmış olan Beşiktaş’ın Osmanlı denizcilik tarihi açısından mühim bir yeri vardır. Ressamımızın da resmettiği müsenna (çifte) vavla belirttiği, denizcilerin piri Barbaros Hayreddin Paşa’nın türbesi burada bulunmaktadır. Ressamımızın çizdiği gibi bu türbede “çifte vav” yoktur ve türbenin mimari yapısı da buna müsait değildir. Ancak yaptığımız araştırmadan Beşiktaş İskelesi ile Dolmabahçe Sarayı’nın mutfak dairesi arasındaki sahile ‘Çifte Vavlar’ denildiğini öğreniyoruz. Burada Barbaros Hayreddin Türbesi ile bugünkü Dolmabahçe Sarayı arasındaki ‘Hayrettin’ veyahut ‘Çiftevavlar’ denilen sahada Barbaros Hayreddin’in bir medresesi, kendisine mahsus bir konağı olduğu vakıfnamesinde zikrediliyor. Kanaatimizce buradaki müsenna vav gemiye benzediği için Barbaros’un medresesinin duvarına yazılmış olabilir. Ancak medrese ile beraber bunun da yok olduğunu ve sadece isminin kaldığını düşünmekteyiz. Ressamımız hem Barbaros’un türbesine dikkat çekmek ve hem de amiral gemisinin denizde demir atacağı yeri işaret etmek için çifte vavı koymuş olabilir. Bugün, Ayas Paşa’da, Gümüşsüyü Yokuşu’ndaki Alman Konsolosluğu’nun arka tarafında yer alan Çiftevav Sokağı’nın burası ile bir alakası bulunmamaktadır. Eskiden Çiftevav “W” harfi yerine de kullanılmakta idi. Prusya İmparatoru Wilhelm İstanbul’u üç defa ziyaret etmişti. Ona cemile olarak Alman Konsolosluğu’nun yanındaki sokağa da Çiftevav adı verilmiştir.

Mimar Sinan’ın inşa ettiği Barbaros’un türbesinin hemen arkasında, ağaçların arasında sadece minaresi belli olan 1555 tarihli Sinan Paşa Camii Beşiktaş’ın en güzel eserlerindendir. Yine burada Beşiktaş Mevlevîhânesi, Vişnezâde İzzeti Mehmed Efendi Mescidi, Kılıç Ali Paşa İskelesi Mescidi, Abbas Ağa Camii, Deli Birader Gazâlî Mehmed Mescidi ile Bektaşiler’den Karaabalı Mehmed Baba’nın Kanunî Sultan Süleyman’ın izniyle Beşiktaş’ta yaptırdığı Süleymaniye Camii ve Kara Bâlî bahçeleri bulunmaktaydı. Ayrıca yine ressamımızın tasvir ettiği ve Çırağan Sahilsarayı’nın hemen üstünde bulunan Yahya Efendi tarafından Hızırlık adı verilen mesire ve türbe sahası ile en tepede bulunan tekkesi çok meşhurdur. Beşiktaş’taki bir başka güzel mimari eser de yine resimde gösterilen Ihlamur Mesiresi ya da Hacı Hüseyin Bağı’dır. Yine Çırağan Sarayı’nın hemen yanında bulunan tek minareli ve kubbeli cami 1848 tarihinde inşa edilen Küçük Mecidiye Camii ya da halk arasındaki ifadesiyle Ak Cami’dir.

Beşiktaş’ta en meşhur yapı ise hiç şüphesiz Çırağan Sahilsarayı’dır. 17. yüzyılın başlarında Beşiktaş ile Ortaköy arasında saraya ait hiçbir yapı bulunmamaktaydı. Kılıç Ali Paşa İskelesi Mescidi’nden sonraki sahil ve yamaçlar çimenlik ve koruluk alandır. Bölge, Yahya Efendi Mesiresi adıyla anılırdı. Beşiktaş’taki ilk Çırağan Sarayı evvelce Kazancıoğlu Bahçesi iken sonra has bahçeler arasına girmiş ve Dördüncü Murad Han tarafından kız kardeşine hediye edilmişti. Sultan Üçüncü Selim’in 1804 yılında yeniden yaptırdığı bu sahilsaray İkinci Mahmud Han tarafından çok zarif bir şekilde yenilenmiştir. Sultan Abdülmecid’in de bir süre ikamet ettiği Çırağan Kasrı, Dolmabahçe Sarayı’nın inşasından sonra yeniden yaptırılmak maksadıyla yıktırılmıştır. Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru Bahariye Mevlevihanesi, Dâire-i Hümayun, Harem ve Veliaht Daireleri olmak üzere beş binadan oluşan sarayın bazı bölümleri zaman içinde yıkılıp, yeniden inşa edilmiştir. Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı bittikten sonra Sultan Abdülmecid yeniden yapılmak üzere tüm sarayı yıktırır; ancak ekonomik güçlükler nedeniyle yeni bir saray yapımına başlanamaz. Sultan Abdülaziz’in tahta geçmesiyle birlikte yeni bir sarayın inşaatına başlanır ve yapı 1871’de tamamlanır. Uzun süre kullanılmayan bu saray bir dönem de Meclis-i Mebûsan binası olarak kullanılmış ancak 1910’da sebebi anlaşılamayan bir yangın sonucu sarayın Harem ve Akağalar Dairesi dışındaki ana kısımları tamamen yanmıştır.

Tabya ve Ortaköy
Çizimde, Çırağan Sahilsarayı’nın biraz ilerisinde Tophane’deki kulenin bir benzeri kule ve kule üzerinde bir sancak bulunmaktadır. Kulenin altında ise tabya yazısı okunmaktadır. O tarihlerde burada bir tabya bulunmaktaydı. Daha sonradan buraya Sultan Abdülaziz devrinde yapıldığı kabul edilen Tabya (Ortaköy-Feriköy) Karakolu buradaki tabyayı hatırlatmaktadır. Burada içinde güneş tasvir edilen sancak ise Sultan Abdülmecid Han’ın hilafet sancağıdır. İslam halifesinin de burada yapılan merasime katılmasından dolayı sancak herkesin rahatlıkla görebileceği bir yere çekilmiştir. Aynı hilafet güneşini 1848’de Fossati’nin Ayasofya’nın yanında bulunan ve bir zamanlar Maarif Nezareti ve Darülfünun binası olarak kullanılan yapıyı tasvir ettiği resimde de görüyoruz. Sancağın üst tarafında uzanan tepedeki kalabalık servi ağaçlıklı alan ise,
Küplüce Mezarlığı’dır.

Kanunî devrinden sonra hızla gelişen Ortaköy özellikle Defterdar İbrahim Paşa’nın bugün de ona izafetle anılan Defterdarburnu’nda bir cami yaptırmasından sonra gelişti. Baltacı Mehmed Ağa’nın (Paşa) yaptırdığı Ortaköy Camii’nin adı Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde geçmektedir. Daha o tarihte inşa edilmediği için buradaki resimde olmayan ve Defterdar İbrahim Paşa Camii’nin yerine 19. yüzyılda Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan bugünkü Büyük Mecidiye (Ortaköy) Camii 1854 tarihinde ibadete açılmıştır. Bunun yakınında bulunan İstavroz (Abdullah Ağa) Camii ve Hüsrev Kethüda Hamamı bu çevrenin en mühim eserlerindendi.

Galata Kulesi ve Cihangir Camii
Ressamızla beraber kıyı şeridini tamamladıktan sonra şimdi de tepeleri takip ederek diğer mekânları ve eserleri tanımaya çalışalım. Üzerinde Osmanlı bayrağı bulunan Galata Kulesi her devirde olduğu gibi bu tarihte de dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Bugünkü haliyle aynı olan bu kulenin narin kurşun külahı 1850’li yılların sonuna doğru bir yangın sonucu harap olacak ve bunun yerine 1860’lı yılların başında farklı bir onarım yapılarak devrin modasına uygun olarak üst yapı değiştirilecektir. İki kademeli bir seyir yeri yapılarak tepesine uzun bir bayrak direği dikilecektir. Kulenin yeniden bu görünüşüne kavuşması için aradan yüzyılı aşkın bir zaman geçecekti.

Galata Kulesi’nin hemen üst tarafında görülen Cihangir Camii, kare kütle üzerine oturan bol pencereli küçük kubbesiyle dikkat çekiyor. 1559’da Mimar Sinan tarafından Kanunî Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Cihangir’in hatırasına inşa edilen yapı çeşitli yangınlar geçirmiş olup, nihayet kapı kitabesinde belirtildiği gibi beşinci yangından sonra 1889’da Sultan İkinci Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılır. Cihangir Camii’nin biraz ilerisinde büyük bir yeşil alan olarak göze çarpan, sıra sıra servi ağaçlarının görüldüğü kısım ise günümüzde üzerinde bir dizi apartman ve Atatürk Kültür Merkezi’nin bulunduğu Ayazpaşa Mezarlığı’dır. İstanbul’un en güzel manzarasına sahip olan bu mezarlık da diğer mezarlıklara taşınmıştır.

Ayazpaşa Mezarlığı’nın devamında yanında camisiyle beraber Taksim Kışlası ya da Halil Paşa Topçu Kışlası (1806-1939) görülmektedir. 1806’da Üçüncü Selim zamanında Tophane Müşiri Halil Paşa tarafından yaptırılan kışla 1939’da Lütfi Kırdar zamanında Avrupalı şehir planlamacılarının tavsiyesi üzerine yıkılmış, yerine Taksim Gezi Parkı yaptırılmıştır. Bu kışlanın hemen yan tarafında Ayazpaşa Mezarlığı’nın altında çizilen bina ise Gümüşsüyü Askerî Hastanesi’dir. Hemen onun alt tarafında bulunan yapı ise Mızıka-ı Hümayun (Gümüşsuyu) Kışlası’dır. Bugünkü Dolmabahçe Sarayı’nın bulunduğu yerin üst tarafında heybetle duran bina ise Maçka Silahhanesi’dir. Silahhanenin alt tarafında ve Dolmabahçe Sarayı Harem Dairesi binalarının arkasındaki yamaçta görülmesi gereken Vişnezade Mescidi çizilmemiştir. Bununla beraber yine bu noktada yer alan 1794 tarihli Teşvikiye Camii, Tarlabaşı Sarayı ve Haseki Tarlası Sarayı bu tarihlerde burada bulunan eserlerdi. Bu sarayın hemen yanında vadi içinde bulunan Şenlik Dede/Maçka Camii, tam olarak seçilemiyor; ancak bu caminin hemen yanında servi ağaçlarıyla dolu bölge olan Abbas Ağa Mezarlığı çizilmiş. Mezarlığın hemen yakınında ise Abbas Ağa Camii bulunmaktaydı. Ressamımızın servilerle kaplı olarak gösterdiği Abbas Ağa Mezarlığı günümüzde Abbas Ağa Parkı adını almıştır. Abbas Ağa Mezarlığı önünde ise küçük Amber Ağa Mescidi (Hazinedar Ağa-Süleyman Ağa) bulunmaktaydı. Bunun yanında Beşiktaş İskelesi’nden başlayarak Yıldız Sarayı’na doğru tırmanan bir diğer yerleşme ise, kıyıya paralel olarak uzanan Serencebey yapılarıdır. Yıldız Sarayı ve civarı henüz yerleşime açılmamıştır. Çırağan Sarayı üzerinde ise Yahya Efendi Mezarlığı’nı ve daha yukarıda ise Yahya Efendi tarafından 1538 yılında inşa ettirilen Yahya Efendi Tekkesi’ni görmekteyiz.

Tepeler ve Evler
Çizimde genel hatlarıyla tepeler, gösterilmeyen iskeleler ve bahçeli evlerden de bahsetmeden geçemeyiz. 18. yüzyılda Büyükdere içlerinde inşa edilen bir dizi bend içinde toplanan sular nedeniyle Galata iskânı hızla Boğaz’a doğru yayılmaya başlar. Tophane, Salıpazarı, Fındıklı, Kabataş gibi semtlerde yapılan yüzlerce çeşme, iskânın buralarda yoğunlaşmasını hızlandırır. Çizimde de görüldüğü gibi en kalabalık yerleşme de buralardadır. Çizimde iskanın fazla olduğu yerlerden biri de Maçka ve Yıldız yamaçlarıdır. Çırağan Sarayı’ndan Arnavutköy’e kadarki sahil şeridinde yoğun bir yapılaşma görülürken tepelerin ise ağaçlık ve kırlık olduğunu görmekteyiz.
Yüksek kâgir binaların henüz görülmediği bu dönemde çoğunluğu ahşap evlerden oluşan mahalleler Boğaz’ın güzelliğini bozmadan tepelerden yamaçlara doğru kesintisiz olarak yayılmışlardır. Her evin bir bahçesi ve bahçesinde ağaçların olduğunu görmekteyiz. Hemen hepsi manzaraya açık olan evler 2-3 katı geçmeyen, kiremitlerle örtülü ve değişik renklerle boyanmış geleneksel Türk evleridir. Boğaziçi’nin güzelliğini iri ve yüksek cüsseleriyle ihlâl etmekten çekinen yalılar ise arkasını koruların güzelliğine vermiş ve çok defa iri konsollarla, desteklerle suların üstüne kurulmuştur. İskeleler ve her iskelede görülen odun yığınları çizimde gösterilmemiş. Hemen hemen her iskele çevresinde bulunan bu odun yığınları gerek tekne yapımı ve tamiri için ihtiyaç duyulan kerestelerin, gerekse çevre mahallelerin yakacak odun ihtiyacının depolandığı noktalardı.

Boğaziçi Medeniyeti Nasıl Yok Oldu?
19. asırda Boğaziçi kıyıları bir masal âlemini hatırlatıyordu. Osmanlı mimarisi, bu asırda su ile yapının birbiriyle olan bütün imtizacını keşfetmiş, denizi kâh içeri alan, binayı kâh denize taşıran bir hendeseyle yalılara en ince ve en güzel üslûbunu vermişti. Bir eski zaman medeniyetinin yaşandığı Boğaziçi kıyılarının güzelliğini birbiri ardınca devam ettiren yemyeşil çiçekli kırlar, etekleri sulara kapılmış yayvan yapılı lebiderya yalılar, kasırlar ve köşkler yanında mütevazı konutlar yarım asır daha bu sahilleri ve tepeleri süsleyebilmiştir.

Ne olduysa 1950’lerden sonra oldu. Dünyadaki nüfus artışıyla beraber sanayi ve ticaret şehirlerinin hızla büyümesiyle beraber İstanbul da büyük bir göçe maruz kaldı. İstanbul’un hızla göç alması sonucu gecekondulaşma, plansız yapılaşma ve Boğaziçi peyzajına uymayan ve pek çok yerde kontrol edilmeyen gelişmeler olmuştur. Boğaziçi’ndeki plan kargaşası ile korular ve yeşil alanlar imara açılmıştır. Biçimsiz ve şekilsiz bir mantar gibi art arda biten beton bloklar, beş asırdır bu kıyılarda yükselen ince Boğaziçi Medeniyeti’ni bir anda tarumar etmiştir. Yalısı, kayığı, sarayı, iskelesi, mesireleri ve muaşeretiyle eski bir medeniyet sökülüp atılarak yerine beton binaların zevksizliği gelmiş, adeta “Taş Devri”ne dönülmüştür. 80’lerden sonra Boğaziçi artık o eski günlerini tamamen kaybetmiştir. Ancak hiçbir şey için geç değildir. İstanbul’un nüfus ve yerleşim meselelerinin büyük ölçüde halledilmeye başlandığı bir zamanda artık, Boğaziçi’nin tarihi ve kültürel değerlerini nasıl koruyabileceğimizi konuşmalıyız. Bir medeniyetin yaşandığı Boğaziçi, tarihi kimliğine duyulacak ilgiyi beklemektedir.



Gemiler

1- Tarz-ı Cedid Uskunası
Mühendis Rhodes ve mimar Mahmut Kalfa tarafından Tersâne’de 1252 yılında inşâ edilmiştir. Boyu 96,5 kadem, genişliği 28 kadem ve anbar yüksekliği 14,5 kadem olup 16 adet topu ve 116 kişi mürettebâtı vardı.

2- Talia Briki
16 adet topu olup 129 mürettebatı vardı.

3- Gül-i Sefîd Korveti
210 mürettebatı ve 24 adet topu bulunuyordu.

4- Mesîr-i Ferah Korveti
Amerika’da gemi inşa mühendisi Eckford tarafından inşa edilen bu korvet, 1832 yılında Osmanlı Devleti tarafından satın alınmıştır. 984 tonluk, 149 fit 4 inç boyunda 38 fit 6 inç genişliğinde iki ambarlı, üç direkli olan korvetin 228 personeli ve 26 adet topu bulunuyordu.

5- Nüvîd-i Fütûh Briki
Ser-mimar Ali Efendi tarafından havuzda 1258’de inşa edilmiştir. 97 kadem boyunda, 28,10 kadem genişliğinde, 15 kadem derinliğinde olup 16 topu bulunuyordu ve 312 İngiliz tonuydu. 16 adet topu ve 129 mürettebatı bulunuyordu.

6- Neyyir-i Zafer Briki
143 mürettebatı ve 18 adet topu bulunuyordu.

7- Nev-eser Uskunası
Mühendis Rhodes tarafından Tersâne-i Âmire’de 1250’de inşa edilmiştir. Kaimeden kaimeye boyu 90,6 kadem, genişliği 30 kadem, ambar yüksekliği 14,10 kadem, kıçta sudan irtifâsı 15 kadem, başta sudan irtifâsı 11,9 kadem olarak yapılmıştı. Mürettebatı 98 kişi olup 12 adet topu vardı ve nihayet tonası 336 İngiliz tonuydu.

8- Fazl-ı İlah Firkateyni
1244 yılında Giresun’da inşâ edilmiştir. Mimarı Aktaro’dur. Boyu 130 kadem, genişliği 34 kadem, anbar yüksekliği 17 kadem olup 418 mürettebatı ve 42 adet topu vardı.

9- Nâvek-i Bahrî Firkateyni
1828 yılında mühendis Sadık Efendi tarafından Midilli’de inşa edilmiştir. 514 mürettebatı ve 56 adet topu vardı.

10- Şihâb-ı Bahrî Firkateyni
514 mürettebatı ve 56 adet topu vardı.

11- Nusretiye Kapak Kalyonu
Mühendis Rhodes ve Mimar Hasan Kalfa tarafından 1251 yılında Aynalıkavak’ta inşa edilmiştir. Kalyonun kaimeden kaimeye boyu 220 kadem, genişliği 50,5 kadem, ambar yüksekliği 24 kadem 6 pus olup 68 topa sahipti ve personel mevcudu 762 kişiydi.

12- Peyk-i Meserret Kalyonu
780 mürettebatı ve 76 adet topu vardı.

13- Üç Ambarlı Mesudiye Kalyonu
1214 yılında Tersâne’de inşa edilmiştir. Mühendisi Le Brun, mimarı Benuva’dır. 197 kadem boyunda, 50 kadem genişliğinde, 25 kadem derinliğinde olan kalyonun 116 topu olup personel mevcudu 1296 kişiydi.

14- Üç Ambarlı Mahmudiye Kalyonu
Ser-mimar Mehmed Efendi tarafından Tersâne’de 1245’te inşâ edilmiştir. Boyu 214,8 kadem, genişliği 59,8 kadem ve derinliği 29,10 kademdir. 5553 ton olup 126 topu ve 1377 personeli vardı.

15- Muhbir-i Sürûr Vapuru
Mısır Valisi Abbas Hilmi Paşa tarafından Sultan Abdülmecid’e 1850 yılında hediye edilmiştir. Mehmed Bey tarafından İskenderiye’de inşâ edilen vapurun kâimeden kâimeye boyu 210 kadem, genişliği 38 kadem, ambar derinliği 19,6 kadem, kıçta sudan irtifâsı 17 kadem ve başta sudan irtifâsı 16,6 kadem olup, 64 topa sahipti. Nihayet tonası 2500 İngiliz tonuydu ve makinesi 450 beygir kuvvetindeydi. Mürettebatı 379 kişiydi.

16 / 17- Sâik-i Şâdî Vapuru/Feyz-i Bârî Vapuru
Sâik-i Şâdî ve Feyz-i Bârî vapurları eş gemi olup tekneleri Tersâne-i Âmire’de Ser-Mimar Mehmed Bey tarafından inşâ edilmiştir. Sâik-i Şâdî vapuru iki bacalı, Feyz-i Bârî ise tek bacalıdır. 1850 yılında Donanma’da hizmete giren vapurların kâimeden kâimeye boyu 220 kadem, genişliği 37,6 kadem, anbar derinliği 26 kadem, kıçta ve başta su irtifâsı 15,8 kadem, nihayet tona 2025 İngiliz tonu, humûle tonası 1547 İngiliz tonuydu. Mürettebatı 284’er kişi olup 29’ar adet topları bulunuyordu.

18- Taif Vapuru
1263’te Tersane-i Âmire’de Ser-mimar Süleyman Bey tarafından inşa edilmiştir, kâimeden kâimeye boyu 220 kadem, genişliği 37 kadem, anbar derinliği 26 kadem, baştan su irtifâsı 17 kadem olup nihayet tonası 2380 İngiliz tonuydu. 284 kişilik mürettebatı ve 29 topu bulunuyordu.

19- Mecidiye Vapuru
1263’te Tersane-i Âmire’de Ser-mimar Süleyman Bey tarafından inşa edilmiştir, kâimeden kâimeye boyu 220 kadem, genişliği 37 kadem, anbar derinliği 28 kadem, kıçta su irtifâsı 17 kadem, baştan su irtifâsı 16,3 kadem olup 2471 İngiliz tonuydu. Vapurun mürettebatı 284 kişi olup 29 adet topa sahipti.

YEDİKITA DERGİSİ



YEDİKITA'DA BU AY...

"Doğru bilgi doğru kaynaktan alınır" düsturu ile 2005 yılından beri titiz yayıncılığına devam eden Çamlıca Basım Yayın, kültürümüze, tarihimize ve tarihimizin kaynaklarına dair yayınlarıyla ilgiyle takip ediliyor.
Çamlıca Basım Yayın bünyesinde çıkarılan Yedikıta Dergisi de Eylül 30. Sayısıyla bayilerde yerini aldı. Yedikıta, tarihî ve kültürel konularda temel kaynaklar ve tarihî belgeler ışığında hazırlanan araştırmacı ve titiz bir yayıncılık ürünü...

Yedikıta’da Bu Ay
Yedikıta’da bu ay, “Bir Zamanlar Boğaziçi-1851” başlığıyla, Tophane’den Arnavutköy’e uzanan ve Boğaziçi’nin Rumeli yakasının büyük bir kısmını gösteren bir çizim kapağa taşınıyor. 160 yıl önce Beşiktaş ve çevresindeki kasırlar, köşkler, yalılar, camiler, askerî kışlalar, hastaneler, mezarlıklar, korular ve çiçek bahçeleriyle dalgalanan bir masal şehri bütün ihtişamıyla resmedilmiş… Beşiktaş önlerinde filo usulüne göre sıralanan Osmanlı donanmasına ait 19 parça gemiyi göstermek maksadıyla çizilerek padişaha sunulan tablo hem yelkenli ve kürekli gemilerden buharlı gemilere geçişi ortaya koyması açısından hem de Boğaziçi sahilinin büyük bölümünü tasvir edilmesi bakımından çok kıymetli. Boğaziçi’nin Rumeli yakası hakkında 1851 senesinin fiziki ve sosyo-kültürel yapısı hakkında fikir veren bu çizim, şehrin bugün çoğu şekil değiştirmiş veya kaybolmuş eşsiz güzelliklerini hatırlamamıza da imkân sağlıyor.
Her ay birbirinden original makalelere yer veren Yedikıta’da, ilk defa ortaya çıkardığı Van Gölü Canavarı hadisesine farklı bir yaklaşımla yer veriliyor. Bu kez, canavar haberinin devrin gazetelerinde nasıl yankı bulduğu üzerinde duruluyor.

Yedikıta, Bir Zamanlar Boğaziçi posteri hediyesiyle seçkin bayii ve kitap evlerinde...







Siz de diğerleri gibi İngilizce konuşabilirsiniz. Nasıl mı ? Tıklayın !

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.