Dindarlık ve pratik hayat?
“Müslümanların her zaman ve mekanda hidayet kaynağı Allah’ın kitabı Kur’an’ı Kerim’dir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu kitap, ancak anlamak ve hayata aktarılmak için okunduğu sürece bir hidayet kaynağıdır.
Kur’an’ın bizlere sunduğu mesajları öğrenmeye, anlamaya çalışmayı ihmal ettiğimiz sürece bu hidayet kaynağından faydalanmamız mümkün değildir. Zira bu ilahi kitap anlaşılmak ve uygulanmak için gönderilmiştir. Kur’an bir teoriler kitabı değil, bir uygulama ve pratik kitabıdır. Kur’an fikirden ziyade icraatın önemini vurgulayan bir kitaptır. Onun hedefi insan ve insan hayatıdır.
İslam da ölçü, denge ve itidal dinidir. Dindarlıkta bile ifrata kaçmayı yasaklayan bir dindir İslam. Daima; öz'e, asl'a, ruh'a, hikmet'e önem verir; biçimleri ve ayrıntıları, onlara tâbi olmak derecesiyle değerlendirir. Daha fazlasını istemek ve aramak, ancak dini yaşama yolunda biraz daha ilerleyebilmekle anlam kazanır.
İşin ruhu kavranılmadığında aynı şeyleri aynı seviyede, daha sık yapmak, daha renkli tezahürlerle yapmak pek bir şey kazandırmadığı gibi, bazı seviye kayıplarına da yol açabilir. Yapılanlar “şuur hali” ile yapılmazsa insanın ibadetleri bile âdetleşip mekaniklikten kurtulamaz.
İslam'ı yaşamak, onu hayatın bütünlüğü içinde yaşamaktır. İbadet'in kemali, hayatın bir ibadet halini almasıdır. İslam sana bir "istikamet", bir "kişilik" kazandıracak ve sen bu hayatın her safhasını, her işini, o istikamet şuuruyla ve o kişilik sağlamlığıyla yaşayacaksın.
Bu, sabahtan akşama kadar devamlı ibadet etmekle de olmaz; Daima dinî motiflerle meşgul bulunmakla da, ayrıntıların zahirini dallandırıp çoğaltmakla da olmaz.
Tevazu içinde sade hayat tarzı hiçbir yanımızda ve işimizde yok. Gösteriş hevesleri, bir hâkim rüzgâr halinde hepimizi çeşitli derecelerde etkiliyor. Askere gitme törenlerinde her yıl 15 kişi ölüyormuş. Düğünlerde canı yananların sayısını bilmiyorum, ama savrulup saçılan harcamaları beraberce görüyoruz.
Çünkü dindarlığımızın pratik hayata yansımasındaki kalite ve seviyenin neye tekabül ettiğini düşünebilecek şuura sahip değiliz. İçimizden gelenin, içimizdeki tatminsizlik basınçlarının gerçek mahiyetini kavrayamadığımız için sapmalı, gölgeli, pürüzlü tesellilere yöneliyoruz. Sanki Avrupa’nın sosyo-ekonomik ortalamasını yakalayıp geride bırakmışız da, elde ettiğimiz imkanları nasıl kullanacağımızı tespit etmek gibi bir sıkıntımız var! Hani birdenbire zengin olan insanların ‘ne yapacağım şimdi’ demesi gibi bir hal içindeyiz.
Eski defterleri mi açalım, hayallerimizi mi gözden geçirelim, şimdiye kadar aklımıza gelmemiş ilginçlikler mi bulalım? Dinî hayatımız, karanlıklara tutulan projektör gibiydi. O aydınlıkta yürürdük bağırmadan, bağırtmadan… Bu vesile ile de etrafımızı da ışıtırdık. Şimdi dindarların sayısının arttığı, gönüllü kuruluşların hizmetlerinin çoğaldığı ifade ediliyor. Topluma, sosyal hayata, siyasete, ticarî hayata ne derece etki yapıp yapmadığı, kemiyetten keyfiyete geçip geçmediğimiz üzerine kafa yorulmuyor. Bir nefs muhasebesi yapılmıyor-yapılamıyor.
Zengin olmak, mütevazı olmakla çelişmez. Sofralarımız da mütevazı olmalı. İsrafsız, mantıklı ve güzel olmalı. Zenginlerin sofrası da mütevazı olabilir; çok şey vardır ama bağırtan abartılı sonuçlar yoktur. Sofraları ve eşyayı insanlar güzelleştirir; sofralar ve eşya, insanları değil. Güzelliğin idrak ölçüsü; insanın içindedir, zihninde, ruhunda, yüreğindedir.
Bir sürü dertlerle boğuşan bir toplumuz. İşsizlerin, emeklilerin, gençlerin, engellilerin, hastaların, yoksulların, yaşlıların, köylünün, esnafın, sanayicinin, kiracıların, memurların, öğretmenlerin derdi var. Güvenlik görevlilerinin, akademisyenlerin, gerçek sanatçıların, deprem riski altındaki İstanbulluların derdi var. Var oğlu var. Oturulamayacak yerlerde yaşayanlar var. Sürekli bir beslenme yetersizliği içinde hayatını devam ettirmek durumunda olanlar var. Doğru dürüst tedavi olmak imkânından mahrum kalmışlar var. Kışın bu soğukta yatacak bir yeri, ısınacak bir sobası-odunu-kömürü olmayanlar var. Daha neler neler var. Ama bizim aktüel talep ortamı; ‘etnik mesele” yahut “demokratik açılım” meseleleriyle meşgul ve mahmul!
Acaba insanlarımız bugün, dünden daha mı huzurlu ve mutludur? Rahatlıkla “evet” diyebilir miyiz? Nasıl yaşardık? Birbirimize karşı durumumuz neydi? Üzüntülerimiz, sevinçlerimiz, alışkanlıklarımız, değer hükümlerimiz ne gibi bir mahiyet arz ediyordu? "Dün fakirdik bugün zenginleştik" deniliyor. Evet, bir açıdan doğru. Bugün hem gelir farkları çok büyüdü, hem de asgari sınır çok pahalılaştı! Dün kirada yaşamak daha kolaydı, okumak, evlenmek daha kolaydı, biraz gezip dolaşmak daha kolaydı, okuldan çıkınca iş bulmak daha kolaydı, bir iş kurmak daha kolaydı, vs...
Ayrıca, geçim sıkıntısı içinde bulunmak, daha az sıkıntı vericiydi, daha az inciticiydi ve sessiz sakin yardımlaşma-dayanışma kanalları daha işlekti. Yani yardımlaşma sorumluluğumuz eskiye nazaran azalmamış, artmıştır.
Daha dikkatli, daha hassas, daha düşünceli olmamızı gerektiren çok önemli görevlerimiz vardır bugün.
Bu sorumluluk ve görevlerin idraki içinde gereğini yerine getirmekten çok uzağız. Herkes ayrı bir kampta yaşıyor sanki. Dinî hayatımız tabilik içinde yaşanır, yaşadığımız hayatta da tezahürü görülürdü. Futbolcu bile gol attığında formasını yırtmaz, seyirciye koşarken adeta kendini parçalamaz, sevincinde vakarlı bir sükunet vardı. Her şey transfer ve para değildi.
Bugün düne nazaran maddî imkanlarımız çok daha fazladır. Ancak etkimiz aynı ölçüde artmış değildir. Etkilemekten ziyade etkilenmekteyiz. İç dünyamıza müdahale edemiyorlardı, bugün onu dahi pek ince metotlarla beceriyorlar. Teşrifat, mefruşat, şatafat merasim, koşuşturma, gürültü, patırtı, futbol, magazin, televizyon, bilgisayar-internet…
Herkese ayrı bir kompozisyon halinde yüklenen “zaman tüketme” hareketliliği ve işkencesi…
Fıtrata aykırı sun’îlikler içinde kendi kendimizin kölesi haline gelmişiz. Sevgiye sabra daha yakın duran bir dengeyi kurabilseydik, o kayıpları ve acıları yaşamasaydık; daha iyi olmaz mıydı? "Herkesin iyi taraflarına yakın ve dost; herkesin kötü taraflarına uzak ve soğuk durmak, ama kimseyi tamamen hatalı yahut tamamen hatasız görmemek" üzerine söylenmiş yüzlerce söz vardır.
O sözleri biliriz de niçin uygulayıp yaşamayız? Nefsimiz izin vermiyor, nefsimiz! Nefsimizin uzattıklarına gönlümüz kayıveriyor.
Bazen birdenbire, bazen yavaş yavaş kayıyor. Dindarlığımız pratik hayata yansımıyor.
Daha sakin, daha derin, daha yumuşak, daha dengeli, daha verimli, daha şuurlu, daha mütevazı, daha duyarlı, daha düşünceli, daha samimi, daha dürüst, daha akıllı daha sade olma zamanı! İnanın ezan sesini dinlerken böyle bir dâvetin arka planda yükseldiğini hissediyorum.”
Gazeteci-Yazar Yaşar Değirmenci / Habervaktim.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.