Dini benimsemek yaşamakla olur

Dini benimsemek yaşamakla olur
Dünya nimetleri, bize Rabbimizi unutturursa kötüdür; unutturmazsa, güzeldir...İfrat da tefrit gibi adaletten uzaktır. Hallerin orta derecede olması her işde güzeldir. İnsanla HAK arasında engel dünya değil, nefs’ti

Nefs’i aşmak ihlası kazanmakla olur. Bunu yapamazsanız öteki kademeler mihverinden çıkar. İlmi de tefekkürü de, ameli de beceremezsiniz. Bir şeyler yaptığınızı zannederek kaybolur gidersiniz. İlim olmazsa istikamet olmaz, safvet korunamaz. Akmayan suyun bulanması gibi, sapmalar, kokuşmalar, kirlenmeler meydana gelir. İlim ihlasla verimli olur. İhlas ilimle devamlılık ve istikrar kazanıp tefekküre yükselmeyi sağlar.Bir büyüğün varlığını anlamak ve benimsemek, O’na bağlılık arz etmekle değil, O’nun yolunu takip etmekle olur. Süleyman Efendi’yi nasıl anlayıp, nasıl anlatacağız? İç zemini sıhhate kavuşturmadan nasıl başaracağız bunu? Yazı dizimizi; Süleyman Efendi’nin notlarından nakiller, sıkça dile getirdiği hadisler, tavsiyeleri ve vasiyetiyle tamamlıyoruz.

Süleyman Hilmi Tunahan’ın muhtelif sohbetlerinden notlar-nakillerle bugünkü yazımıza başlayalım. Süleyman Efendi’nin sohbetlerinde talebelerine İmam-ı Rabbani Hazretlerinden nakiller yaptığından yazı dizisinin daha önceki bölümlerinde bahsetmiştik. Talebelerinin tuttuğu ve günümüze ışık tutan notlar-nakillerden kafa yorup okuyacağımız bazı seçmeler yaptım. İlgiyle takip edileceğini tahmin ettiğim notlarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

“Tezekkürsüz tefekkür olmaz, tefekkürsüz tezekkür de maksadı hasıl etmez.” “Zikir gafletin tardıdır, zikir muattal değil, mâmur etmelidir.”

“İslâm, itidal ve istikamet dinidir, irşad da böyle olmak zorundadır.”

“Açlık riyazeti değil, kâfi miktarda yemek riyazeti asıldır. Uzlet, köşeye çekilip alakaları kesmek değil, halk içinde Hak ile olabilmektir. Her şeyin ifradı zıddına munkalip olur.”

“Mükellefiyetler, farz-vâcib-sünnet-müstehab sırasına göre önemlidir. Bir müstehaba bir farzdan daha çok önem vermek gibi yanlışlar olmaz.”

“Zahire muhalif bir söz zuhur ederse, mânayı zahirden almak lâzım, diyar diyar nakletmek değil. Zahir ile bâtın birbirinden kıl ucu kadar ayrılmaz.”

“İfrat da tefrit gibi adaletten uzaktır. Hallerin orta derecede olması her işde güzeldir. İnsanla HAK arasında engel dünya değil, nefs’tir. Nefs’i aşmak ihlası kazanmakla olur. Bunu yapamazsanız öteki kademeler mihverinden çıkar. İlmi de tefekkürü de, ameli de beceremezsiniz. Bir şeyler yaptığınızı zannederek kaybolur gidersiniz. İlim olmazsa istikamet olmaz, safvet korunamaz. Akmayan suyun bulanması gibi, sapmalar, kokuşmalar, kirlenmeler meydana gelir. İlim ihlasla verimli olur. İhlas ilimle devamlılık ve istikrar kazanıp tefekküre yükselmeyi sağlar.”

“İSTİKAMET EN BÜYÜK MAZHARİYETTİR”

“Mülkün hakiki sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Müslüman için; mülkiyet, mükellefiyet demektir. Farklılık, imtihan içindir. Fakirlik de imtihandır, zenginlik de. Elimize geçenlerin ihtiyacımızdan fazlasını Allah rızâsı için harcayacağız. Dünya nimetleri, bize Rabbimizi unutturursa kötüdür; unutturmazsa, güzeldir...”
“Devamlı gayret içinde bulunacağız. Bir günümüz bir günümüze eşit olmayacak. Bilgiye, tefekküre, ilme önem vereceğiz. Ya öğreten olacağız, ya öğrenen... Sahibi olamayacağımız bilgiler işaretlenmiştir; Rabbimizin zâtını, kaderin sırrını, ruhun keyfiyetini ve gaybı bilmeye çalışmayacağız. İstikamet, gayret, istişâre, itidal, teâvün, tekâmül esaslarından asla ayrılmayacağız. Bu dünyada başımıza gelen musibetler; halimize göre, ya cezadır, ya kefârettir, ya da mükâfattır...”

“Kader, Allah’ın “her şeyi önceden bilmesi” ile alâkalıdır. Biz kaderimizdeki amelimizi cüz’î irademizle dilemiş olmamızdan dolayı sorumluyuz. Kaderde var olduğu için biz onu yapmak durumunda kalmış değiliz. Bizim cüz’î irademizle o ameli işlemek isteyeceğimizi Cenâb-ı Hak bildiği için, kader yazısı öyle yazılmıştır. Şayet küllî iradenin taalluku izni yaratması olmazsa, cüz’i irademiz hiçbir şeye muktedir değildir. Ef’âl-i ıztırariyye’den ise, zaten sorumlu tutulmamışızdır.”

SIHHATLİ MUVAZENE UMUT İLE KORKU ARASINDA BULUNMAKTIR


“Mü’min için en büyük gaye, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın razı olmadığı şeyde hayır yoktur. Hayır, bizim gerçekleşmesinden hoşlandığımız netice değil; doğru tatbik sonunda, her ne olursa olsun, meydana gelen neticedir. İmanın kemâli, muhabbetullaha dayanır. Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler umut keser. Sıhhatli muvazene, umut ile korku arasında bulunmaktır.”

“Her nimete şükretmek, her mihnete sabretmek gerekir. Şükür sadece dil ile olmaz. Şükrün amelî icapları vardır. Şükrü eda edilmeyen nimet, mahrumiyet getirir. Sabır gösterilirse, mihnetler nimete dönüşür. Bu sebepledir ki mü’min için, her şeyde hayır vardır...”

“İslâm, bilgiyi, düşünceyi medeniliği emreder. Mahiyetine göre, düşünce, nafile ibadetten kat kat üstün tutulmuştur. Kişilerin ancak akılları miktarınca dindar olabilecekleri belirtilmiştir. Aklını kullanmayana murdarlık verileceği ihtar olunmuştur. Bilenle bilmeyen arasındaki fark, ölüyle diri arasındaki farka eş tutulmuştur. Ne kadar az düşündüğümüz tekrar tekrar ifade olunmuştur. Hangi kabtan çıkarsa çıksın hikmeti almamız emredilmiştir. Kâinatın nizamı ve maddi münasebetler dengesi hakkındaki bilgilerin Cenâb-ı Hak tarafından konulan kanunlar ve ölçüler olduğu açıklanmış, bilgi sisteminin bütünlüğü işaretlenmiştir. Bir an bilgiyle meşgul olmak bir an kitaba yazıya bakmak, 60 yıl (nafile) ibadetten hayırlıdır.”

FAKİRLİK, ZENGİNLERİN İSRAFI YÜZÜNDENDİR

“Bir mü’min, zaman ile mahiyeti belli ölçülerde değişebilen ihtiyacından arta kalanı, Allah için, millet için, İSLÂM’ın güçlenmesi için harcayacaktır. Bunu kabul etmeyenin imanı; meyve vermiyor, ışık vermiyor, eser vermiyor demektir ve bu şart yerine gelmedikçe hiçbir zâhiri tedbir etkili olamaz.”
“Bir ülkede fakirliğin artması, zenginlerin israfı yüzündendir. İddihar etmiş israfa, “müksirlik” derler. Toplar, üstüne oturur. Bu, israfın belki de en kötüsüdür. Halbuki, zenginler fakirlerin duası sayesinde merzuk olurlar. Onlara verilen mal mülk israf etmeleri için değildir. Tasarruf vekaletini su-i istimal edenler, mülkün hakiki sahibine hesap vereceklerdir.”

BİR BÜYÜĞÜN VARLIĞINI ANLAMAK VE BENİMSEMEK NASIL OLMALI?

Sevgiler ve bağlılıklar saf olmalı, doğru olmalı ve de yaşanmalı. Fiîlen yaşanmalı, fikren yaşanmalı, kalben yaşanmalı, doğuşuna ve gâyesine uygun olarak îtidal, istikâmet ve tekâmül ölçülerine uygun olarak yaşanmalı. Yolun bütünü için geçerli olan bu temel kâide; her merhalesi, her şeridi, her izi, her noktası için geçerlidir.

Rehber ittihaz edilen zâtın, ahlâkı, sıfatı, şahsiyetinin tezahürleri müntesiplerine ne derece yansımış? Önemli olan budur. “Ben seviyorum, ben bağlıyım” demekle olmaz. Sevgi, bir hemhâl oluş durumudur, bazı açılardan bir özdeşleşme temâyülüdür, sevilenin hoşnutluğunu kazanma arzusudur. Bir büyüğü sevmek, bütün bunların bir “manevî değerler ve ölçüler” sistemi içinde kıvâm bulmasıdır.
Ahlak-ı Muhammediye’nin mümessilleri olması gerekenlerde bunun zâhir planında görülebilmesidir. Böyle olunmaz ise; bağlılık ve sevgi iddiâsı bile bir çeşit nefsâniyet olur. Hayat bir toplam değil, bir tâkiptir, bir bütündür.

Hayatımız yaşadıklarımızdır; dilimizdeki iddiâlar, tecrîd ettiğimiz hâtıralar, alâkalar ve mensûbiyetler, yaşanmıyorlar ise; hayatımızı etkileyip yönlendiremiyorlar ise, kendi kendimizi aldatıyoruz demektir. Sadece kendi kendimizi...

Bir büyüğün varlığını anlamak ve benimsemek, O’na bağlılık arz etmekle değil, O’nun yolunu takip etmekle olur. Süleyman Efendi’yi nasıl anlayıp, nasıl anlatacağız? İç zemini sıhhate kavuşturmadan nasıl başaracağız bunu? “Ehl-i Sünnet” hassasiyetini, “ilmîlik” tarafını, tecdidini, celâdet ve cesaretini, her hal ve şartta dinimizin yaşanabilirliğini, yine her hal ve şartta “talim-terbiye”nin gerçekleştirileceğini, gayret-i diniyyesini kavramadan o kapıdan nasıl gireceğiz? Süleyman Efendi seney-i devriyelerle hatırlanacak bir zat değildir.

Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatını gücümüz nisbetinde iyi bilirsek onun vârislerinin hayatını anlayıp idrak edebiliriz. Rasulullah’ın hayatı evleviyetle bilinmeden İslâm büyüklerinin çalışmaları tam anlaşılamaz. Peygamber Efendimiz’in hayatıyla, sünnet-i seniyeleriyle O’na mütabaatlarıyla vârisleri anlaşılabilir.
Onları düşünelim. Bu gün yaşıyor olsalardı ne yapacaklarını düşünelim.
Bunaldığımız meseleleri yaşasalardı “nasıl çözerlerdi”yi düşünelim.

Nefsanî küçüklükler sebebiyle fikrî manevî yardımlaşma ikliminin ve müessiriyetinin sağlanamamasının vebalini düşünelim.

Niçin “kendimizden başka kimseye tahammülümüz yok” düşünelim. Evet hep beraber düşünelim nefs muhasebesi yaparak...

Yaşar Değirmenci / Yeni Akit

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.