Örnek Paşa’nın oğlundan örnek (!) film: LABİRENT
Yönetmen Tolga Örnek, Türkiye’de Metalurji Mühendisliği eğitimi alıp Amerikan Üniversitesi Sinema Bölümü’nde master yaptıktan sonra yönetmenliğe adım atmış bir insan. Belgeselle beyazperdeye giriş yapan Örnek, “Atatürk”, “Fenerbahçe”, ordu destekli çektiği ve daha çok “karşı” tarafı anlattığı “Gelibolu” isimli çalışmaları ile ekranlara gelirken “Devrim Arabaları” ile de sinemaya giriş yapmış oldu. “Kaybedenler Kulübü” adlı kentsoylu ilişkiler üzerine kurguladığı filminden sonra şimdi de kendisi için yenir tür olan Labirent’iyle karşı karşıyayız.
İstanbul'da işlek bir caddede, büyük bir plazanın önünde intihar saldırısı meydana gelir. 30'u Amerikalı, 5'i İngiliz toplam 95 kişinin öldüğü patlamayı yeni kurulmuş olan “el-Vahid” isimli örgüt üstlenir. Hasan Nur Khan adlı genç tarafından düzenlenen saldırı sonrası filmin rotası hemen belli olur, dümene ise Türkiye ve İngiltere istihbarat şefleri oturur. Örgütün yeni saldırılarını önlemek için çalışan ajanlar, muhbirlerle ve uluslar arası bağlantılarla yapının içine sızmaya çalışırlar. Bu esnada “el-Vahid” örgütü boş durmamakta ve Ortadoğu’yu kan gölüne dönüştürecek planlarını uygulamaya koymaktadır. İstanbul, Frankfurt, Kuzey Irak ve Mardin’de geçen hikâye, pazarlama ve seyir kolaylığı nedeniyle seçilen “aşırı dinci terör örgütü” kompozisyonu ile bildik popüler sinema alışkanlıklarına ayak uydurmayı daha en baştan seçmektedir.
Film, adının aksine çok komplike bir senaryo sunmuyor, iki saat boyunca sonu belli bir yolda ilerliyoruz. Kuzey Irak’taki bir operasyonda kaçırılan arkadaşının vicdan azabını çeken, bekâr, bunalımlı, bağlanma sorunları yaşayan Ajan Fikret (Timuçin Esen) başroldedir. Asabi, milliyetçi, gözü kara Fikret’e, “erkek Fatma” kıvamında, dul Reyhan (Meltem Cumbul) eşlik etmektedir. Labirent’te sivrilen diğer karakter, Şeyh Ebu Hamza (Altan Gördüm) ise el-Vahid isimli örgütün lideridir. Doktor da olan ve muhtemelen el-Kaide lideri Eymen el-Zevahiri’den ilhamla oluşturulmuş bir karakter izlenimi uyandıran Ebu Hamza, soğukkanlı, dindar, dikkatli, acımasız bir katildir. Vakti zamanında Türkiye’de eğitim gördüğü için Türkçe konuşmaktadır. Ortalama Amerikan izleyicisinin algı düzeyine hitap eden ikinci sınıf film tipi olan Şeyh’in, yönetmenin vasat algısının eseri olduğu da söylenebilir. Onlarca Amerikan yapımında olan lider tiplerinden milim farklı değildir.
Rasim (Ozan Bilen, Uçurtmayı Vurmasınlar’daki çocuk) adında bir öğrenci, örgütün içinden bilgi sızdırmaktadır. 1 yıl önce İngiliz pasaportu ile Türkiye’ye yüksek lisansa gelen genç Gazzelidir ve ailesini oralardan kurtarmak istemektedir. Bu durumdan istifade eden ajanlar onu angaje ederek kullanırlar. İngiliz İstihbaratının Türkiye şefi Mr. Spencer (Martin Turner) Rasim’i istihbarat gerekliliği için ister ama Fikret karşı çıkar. “Ancak sadık köleler gibi davranırsak dostunuz olabiliyoruz.” gibi afili cümleleri kuran ajanımız, karşısındaki İngiliz’e haddini bildirir. Mr. Spencer, sus pus, mahcup edalar içinde cevap verir ancak. “Doğunun en büyük sorunu batı” diyerek derinlikli analiz yapan Fikret’in ne menem bir algı dünyası içinde olduğunu anlayamayız. AB karşıtı olduğu bellidir ama Amerika’nın adı bile geçmez, hükümetin varlığı bile söz konusu değildir. Fikret’in amirinin (Erdal Küçükkömürcü) yerli yersiz hain çıkması da ilginçtir. Kahramanımızın üstünde de sağlam adam yoktur; bir o bir Reyhan bir de bir ki arkadaş. Yalnızlardır. Güvenilecek kimse yoktur.
Bu aşamada Rasim’in arkadaşlarını görürüz. Bu insanlar yurtdışından Türkiye’ye okumak için gelmiş talebelerdir. Çirkin, art niyetli duruşları sırıtan öğrenciler ya muhbir, ya dönek ya da teröristtir. Orta yolda öğrenci profiline rastlanmaz. Terör örgütü üyesi olan öğrencilerden birine saldırı emri bizzat Şeyh Yusuf tarafından verilir. Bahçekapı Sinagogu’nun önüne gelen intihar bombacısı (Umut Kurt) etrafı seyreder. Güzel bir gündür, herkes neşe içinde gezinmekte, çocuklar bir yağlıboya tablosundan fırlamışçasına renkli renkli salınmaktadır. Bu güzel atmosferi gören bombacı, vazgeçip muhbir olmaya karar verir. İnsani bir durumdur, olabilir. Sıkıntılı konu Sinagog’un etrafının canlı, renkli ve hayat dolu görsellerle sunulmasıdır. İstanbul’a sık gelmemiş birisi olarak, oradan birkaç kez geçtiğimi ve her seferinde sessiz sedasız, hayatın ritminden, doğallığından uzak ve soğuk bir yer olarak algıladığımı söylemeliyim. Bu abartılı kontrast rahatsız edicidir. İstanbul’da Sultanahmet Camii’nde, Eyüp Sultan’da, Süleymaniye’de böyle bir sahne çekilse anlaşılabilir iken bir Sinagog önünde cereyan eden bu manzara, havada kalır, art niyet buz gibi ortaya çıkar.
CASUS FİLMLERİ MESLEK YÜKSEK OKULU
MİT üyeleri sokaklarda cirit atmazlar hatta JİTEM gibi istihbarat örgütlerinin varlığı ise resmi olarak bile doğrulanmamıştır. Filmde ise, ajanlar her yere gidiyorlar, sık sık operasyon yapıyorlar. Özel harekât elemanlarıyla evleri basan ajanlar bir nevi FBI havasındalar. İstihbarat elemanı ile polis karışımı bir durumları var. Yönetmenin gereğinden fazla izlediği aksiyon filmlerinden hareketle bilinçaltına yerleşmiş Hollywood takıntılarının kendini gösterdiği sahneler bunlar.
Ajan Reyhan’ın örgütün elinde olduğu sahne de ilginçtir: sandalyeye bağlanmış kadının karşısında Şeyh ve meymenetsiz adamları vardır. Aralarında muhbir Rasim de bulunmaktadır. Reyhan’a, muhbirin adını söylemesi için işkence yapılır, kadının gıkı çıkmaz. En son elektrik verilir, yine de pes etmez, ne de olsa şanlı Türk istihbaratına bağlıdır. Şeyh, kadının öldürülme talimatını verdikten sonra binlerce filmde olduğu gibi odayı adamlarıyla birlikte terk eder, gerisi malum. Sahneler, Yalanlar Üstüne’nin (Body of Lies) finaliyle ne kadar benzer. Örgüt lideri El-Selim’dir. Ajan Roger Ferris’i (Leonardo DiCaprio) sandalyeye bağlandıktan ve karşısında liderle birlikte hizaya girildikten sonra yapılan işkence sahneleri ve devamı neredeyse birebirdir. Sanki yönetmen kendince ortalama Amerikan aksiyon filmleriyle ilgili “yapılması gereken sekanslar” başlığı oluşturmuş ve her uygulamasına bir çeltek atmıştır. Casus Filmleri Meslek Yüksek Okulu varmış da burada bir mezuniyet çalışması yapılıyormuş gibi öğrenilen her şey uygulamaya geçirilmiş ve ne yazık ki tek bir orijinal iş çıkarılamamıştır.
BAŞÖRTÜSÜ SAHNESİ
Sinemada her sekans hesap edilir. Dozaj, ritim ve akış, planlar çerçevesinde ilerler. Her sahne, makul mantıklı açıklanabilir nedenler üzerine kurgulanır/kurgulanmalıdır. Labirent filminde de bu durum farklı değildir. Hatta haberlere konu olan 41 defa çekildiği halde montajda filme giremeyen sahne de böyledir; sonradan atılabilecek, film için hayati bir gereği olmayan sahne bile onlarca kez çekilebiliyor. Şimdi burada durup Labirent’in Mardin bölümündeki “başörtüsü” sahnesini analiz edebiliriz.
Ekip Mardin’de takiptedir. (Neden Mardin, tek gerekçe dar sokaklar, bol manzara, turistik ortam; hikâyeyle örtüşen şehir burası değildir) Şüphelilerin peşinden giden Reyhan dikkat çekmemek için başını örter, saçının ön kısmı açıktadır. Takip, sokaklar arasında, dar yollarda devam etmekte ve bol bol ajan değiştirilerek şüphelilerin izi sürülmektedir. Birden ağır takip yerini hıza bırakınca Reyhan başını örten örtüyü sıyırıp yolun kenarındaki çöpe atar ve zanlıların arkasından koşmaya başlar. Türkiye’de bir oyuncu filmde bir sahnede başındaki örtüyü çöpe atar. Korkunç bir durum. Bu sahnede başörtüsünü sıyırıp boynunda bırakabilecekken yahut yol kenarına öylece fırlatmadan bıraksa ya da bıraktığı yerde çöp olmasa diyeceğiz ama neresinden bakarsanız bakın sakat bir sahne. Had bilmezliğin dibine ulaşan yönetmenin bu sekansta detaylarını atlaması söz konusu olamaz. Filminde tek bir başörtülü bulundurmamaya, yoldan dahi geçirmemeye özen gösteren Örnek’in, yarım örtülmüş örtüyü çöpe atması sindirilebilecek bir görüntü olamaz. Yönetmenin bu sahneden dolayı Türkiye halkından özür dilemesi gerekir.
YERDE ÖLMEK ÜZERE OLAN BİRİNE KURŞUN SIKMAK
Aynı oda içinde üç teröristi dövüp öldüren kadın ajan Reyhan, filmin sonunda el-Vahid örgütü lideri Şeyh Yusuf’un sağ kolunu iki kurşunla yere indirir, sonra başına gelir bir daha sıkar. Muhbir olanlar hariç örgütün tüm üyeleri acımasızca öldürülür. Teslim ol cümleleri dahi kurulmayan insanlar, Hollywood soğukkanlılığıyla katledilir. Bu kin nedir böyle. Yaratılan örgüt şemasında insani hiçbir şeyin bulunmaması, soğukkanlılıkla yapılan katliamlar, yıllar öncesinin boğaz kesme görüntülerinin tekrar ısıtılıp sunulması neye delalettir acaba?
ÖRNEK, ERGENEKON BENZETMELERİNDEN NE ZAMAN KURTULUR?
Tolga Örnek’in babası emekli Amiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen “Darbe Günlükleri” ile “Ergenekon Silahlı Terör Örgütü”nün kapıları zorlanmasıyla Türkiye’de yepyeni bir sayfa açıldı. Dokunulamaz denen insanların hapse girdiği süreç “Balyoz”, ve şimdilerde “İnternet Andıcı” ile bambaşka boyutlara dönüştü. Üniversite parasının ödendiği, Amerika’da “full burslu” okuduğu iddia edilen Tolga Örnek bu süreç içinde Can Dündar’ın NTV’deki yayınında ağlamasıyla kendini duygusal olarak ifade etmeye çalışmıştı, yaşanan süreç elbette aileler adına daha zor daha katlanılmaz olmalı.
Yıllardan beri ülkede yaşayan sayısız insanın mağdur olduğu, darbelerle ve işkencelerle terbiye edildiği yıllara ait birikmiş cerahat, topyekûn olarak ortaya çıkmaya başladı. Tüm yaşanan sürecin kenarında duran Tolga Örnek, Gelibolu belgeseli ile ilgili olarak haksız eleştirilere maruz kalsa da Devrim Arabaları’nda Erbakan’ı filmde anmayıp atlayarak dikkatleri üzerine çekmişti. Sonra bir grup beyaz Türk’ün hikâyesi olan “kaybedenler Kulübü”nde uygunsuz sahneler çeken oyuncu arkadaşları yalnızlık hissetmesin diye soyunup oyuncu Nejat İşler’e de “evdeki balyozlar” cümlesini kurdurtmuştu. Şimdi Labirent’te ise hükümet diye bir mefhumun olmadığı, istihbarat örgütlerinin cirit attığı Türkiye’de Kuvay-ı Milliyecilerin kullandığı “kalpaklı Mustafa Kemal” tablosu eşliğinde ABD’ye dokunmayıp İngiltere ile uğraşılan enteresan bir film çekmiş bulunuyor. Örnek’in bu tip sembolik mesaj kaygısından kendini uzak tutması ya da açık ve net konuyu ve süreci kendi zaviyesinden anlatacağı bir sinema yahut dizi projesine girişmesi gerekiyor.
BİZ SİZE AKSİYON ÇEKEMEZSİNİZ DEMEDİK Kİ…
Son yıllarda peş peşe çıkan yerli yapımlarda bol aksiyon sahneleri, havadan yapılan çekimler, yabancı görüntü yönetmeni arayışları gibi girişimlere tanıklık ediyoruz. Burada atlanan bir şey var: Yıllardan beri kimse biz niye böyle aksiyon sahnesi çekemiyoruz demiyordu ki? Parayı veren Mahzun gibi, isteyen aksiyon çekebiliyor istediği kral oyuncuları tutabiliyor. Müthiş patlamalar, intihar sahneleri, vurulmalar, çarpışmalar görüyoruz. Biz, kimseye böyle Amerikalılar gibi film çekemezsiniz demiyorduk ki! Konusu sağlam temeller üzerine kurulu, yaşadığı coğrafya ile barış halinde, derinliği, zarafeti ve bir derdi olan filmler yapılamaması üzerine beklentilerimiz vardı ama hâlâ bu tarz yapımlar parmakla gösterilecek kadar az. Labirent de parmakla gösterilecek bir film değil! Baştan sona konusu, teknik alt yapısı ve çekim algısı ile Hollywood yapımlarının yıllardan beri yürüyerek aşındırıp düzledikleri yoldan ilk kez geçer gibi giden bir yapım Labirent. Hiçbir orijinal tarafı olmayan, kahramanlarının isimleri değiştirildiğinde tipik ikinci sınıf güdümlü aksiyon filmi tadında olan yapım, bize yeni bir tür gibi servis edilmeye çalışılıyor. Kendi ülkesine oryantalist bir bakış açısıyla hatta Anglosakson zihniyeti ile yaklaşan bir algıya “yazıklar olsun”dan başka ne denebilir acaba? Kendi ülkesine dışarıdan bakan bu güdümlü filme destek veren T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı’nı, Eurimages ve HessenInvestFilm’i anlamakta güçlük çekiyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.