Osmanlı Zamanında Göktaşları

Osmanlı Zamanında Göktaşları
Bingöl’ün Sarıçayır Köyü’ne düşen göktaşı parçalarının değerli olduğu anlaşılınca ortaya yeni tartışmalar çıktı. Düşen göktaşı için vergi verilmeli miydi?

 

Bingöl’ün Sarıçayır Köyü’ne düşen göktaşı parçaları, vergi tartışması başlattı. Mâliye Bakanlığı, köylülerin kendi tarlalarında buldukları taşlardan elde ettikleri gelirin vergilendirilemeyeceğine karar verdi. Karara göre vergi, ticârî bir teşekkül olursa söz konusu olabiliyor. 

Peki, eskiden, gökten yağan taşlar hakkında nasıl bir uygulama vardı acaba?

Târihçi-yazar Sinan Çuluk’un yayınladığı bir arşiv belgesine göre, 1902 senesinde İzmir’in Damlacık Mahallesi’nde bir evin çatısına düşen göktaşı parçaları, incelenmek üzere İstanbul’da Müze-i Hümâyûn’a (şimdiki Arkeoloji Müzesi) gönderilmiş. Aydın Vilâyeti’nden Maarif Nezâreti’ne gönderilen belgenin bugünki harflere çevrilmiş hâli şöyle:

Atûfetlü Efendim Hazretleri

Şehr-i hâlin dokuzuncu Cumartesi gecesi saat birde cevv-i hevâda (atmosfer, gök) şerâre-feşan(kıvılcım saçan) olarak İzmir’in Damlacık Mahallesi’nde bir sakafa (dam)  sukût ile kiremit ve tavanı delerek içeriye düşmüş olan hacer-i semâvî (göktaşı) parçaları Müze-i Hümâyûn’ca tedkikat-ı fenniyyeye lüzûm görüldüğü hâlde îcâbı îfâ olunmak üzere postaya teslîmen irsâl olunmakla ol bâbda irâde efendim hazretlerinindir.

NİÇİN MÜZE-İ HÜMÂYÛN?

Göktaşı parçalarının Müze-i Hümâyûn’a gönderilmesi meselesi başka belgelerde de mevcut.

Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıla kadar târihî eserler, iki şekilde koruma altına alınıyordu. İlki, eserlerin depolarda saklanması; ikincisi ise yeni inşâ edilen yapılarda kullanılması şeklindeydi. 

Fethi Ahmed Paşa, 1846 yılından itibâren Aya İrini Kilisesi’nde eski silah ve eserlerden iki koleksiyon oluşturdu. Bu koleksiyonlara, ülkenin her tarafından gelen değişik arkeolojik parçalar eklendi ve binâ, Müze-i Hümâyûn olarak tanınmaya başladı. 1869 yılında, Galatasaray Lisesi muallimlerinden Britanya uyruklu Edward Goold müze müdürü olarak ta’yin edildi. Maalesef, Osmanlı Hükûmeti, bu dönemde kendi teb’asından bir müdür ta’yin edememişti. Maarif Nâzırı Safvet Paşa, Goold’un müdürlüğü esnâsında müzeye destek oldu.  Koleksiyonculuk merakı olan Safvet Paşa, müze işlerini de bakanlığının görevleri arasına aldı. Bu dönemde, Avrupa başkentlerindeki gibi modern bir müzenin eksikliği sıklıkla dile getirildi. Anadolu’da çıkartılan eski eserlerin yurtdışına götürülmesinden şikâyet edilerek çâreler arandı. Safvet Paşa, yayınladığı genelge ile vilâyetlerden arkeolojik eserleri toplamalarını ve düzgün bir biçimde paketleyip İstanbul’a göndermelerini istedi.

Mahmud Nedim Paşa’nın sadâreti döneminde, Müze-i Hümâyûn Müdürü Edward GooldU görevden alarak yerine, Avusturyalı Terenzio’yu görevlendirdi. Ancak kısa süre sonra iktidar değişti. Maarif Nâzırı olan Ahmed Vefik Paşa, Alman Philip Anton Dethier’i atadı. 

Almanya’da arkeoloji tahsil eden ve Osmanlı coğrafyasındaki târihî eserler hakkında bilgi sâhibi olan  Anton Dethier, müzecilik hakkındaki eksikleri iyi biliyordu. 1874’de, Alman arkeolog Henrich Schliemann’ın Truva’dan çıkartıp, Yunanistan’a kaçırdığı eski eserleri geri almak için açılan dâvâyı,  Osmanlı Devleti adına tâkip etti. Dâvâ, Osmanlı lehine sonuçlanmadı. Schliemann ile 50.000 frank karşılığında anlaşmaya varıldı. Eserler, geri getirilemedi. Aynı yıl, Âsâr-ı Atîka Nizâmnâmesi hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Nizâmnâme, hem eski eserin ne olduğunu tanımlıyor hem de kazı yapmak için Maarif Nezâreti’nden izin almayı şart koşuyordu. Ancak, yabancı arkeologların veya define arayanların eski eser kaçırmalarının önüne geçilemedi. Çünkü temel sorun, donanımlı yerli eleman eksikliği idi.

Acaba, Müze-i Hümâyûn’da toplanan göktaşı parçaları, mahzenlerde bulunmayı mı bekliyor yoksa bir çok âsâr-ı atîka gibi yurt dışına mı çıkarıldı?

UĞURSUZ  TAŞLAR

Evine göktaşı düşen adam, bundan bir gelir sağlamış mıdır veya devlet bu taşı alırken herhangi bir ödeme yapmış mıdır bunu bilemiyoruz. Eve düşen taş, nasip veya uğursuzluk olarak görülmüş de olabilir. Zîrâ, yüzyıllar boyunca insanoğlu, gökten yağan taş parçaları hakkında, iyi şeyler düşünmedi. Kötülüğün habercisi olarak gördü. Ortaçağ’da göktaşları, Tanrı’nın sağ eliyle yeryüzüne gönderdiği oklar, semâları yırtan alevli kılıçlar olarak biliniyordu. Jül Sezar’ın ölümünü ve Kara Ölüm salgınını göktaşlarına bağlayanlar oldu.

KEHÂNETTEN  FİZİKSEL KORKUYA

Uğursuzluk ve kehânet habercisi olan göktaşları, on yedinci asırda astronominin gelişmesiyle semâvî nesneler olarak görülmeye başlandı. Edmond Halley, 24 göktaşının yörüngesini hesab etti. Göktaşlarının yörüngeleri dünyadan daha uzun olduğu için dünya yörüngesine girerken ve çıkarken hissediliyorlardı. Edmond Halley, 1531,1607 ve 1682’de görülen üç göktaşının aynı olduğunu söyleyerek 76 yılda bir görüleceğini iddiâ etti. Gerçekten Halley adı verilen bu gök cismi, 1758’de geri döndü ve kehânetten fiziksel korkuya dönüştü. Bu korku hâlâ devam ediyor.

MESELE YOK

Aslında dünyaya her hafta birkaç kere 10 m çapında göktaşları düşer. Neyse ki atmosferde parçalandığı ve buharlaştığı için zarar vermiyorlar. Parçaların bir kısmı, yerleşim yerlerine de düşebiliyor. Evin damı da olabilir tarla da olabilir. Nasip…

Çok büyük göktaşları ise kraterler meydana getiriyorlar. Dünya yüzeyinde, 170 kadar göktaşı krateri bulunuyor. Bir kilometre çapındaki bir göktaşının dünyaya düşmesi on milyon yılda bir rastlanacak hâdise. Böyle bir göktaşının vereceği zarar ise şöyle:

Termonükleer silahlardan daha şiddetli patlama yapar. Açıkta olan canlıları buharlaştırır. Megatsunami yapar. Şehirleri yerle bir eder. Meselâ; Nuh Tufanı’na böyle bir göktaşının sebep olduğu iddiâ edilmektedir.  M. Ö. 2807’de bir dizi iklim hâdisesinin arkasından, 5 km genişliğinde bir göktaşı Madagaskar Adası’nın 1500 km güneydoğusuna Hint Okyanusu’na düştü ve meydana gelen  megatsunami ile dünya sular altında kaldı.

 GÖKTEN YAĞAN KISMET

Bir süredir, Bingöl’ün Sarıçayır Köyü’ne düşen göktaşı parçalarını düşünüyorum. Allah’ın taş parçası köylüleri zengin etti. Bendeniz, Ziyâ Paşa’nın beyiti kıvamındayım. Türkiye’nin her tarafına göktaşı yağsa benim olduğum yere bir tâne düşmez. Düşse de kafamı yarıp hastanelik eder. 

Bî-baht olanın bağına katresi düşmez 

Bârân yerine dürr-i güher yağsa semâdan

Sarıçayır köylülerine bir ay önce gökten taş yağacak ve para sıkıntınız bitecek deseler herhâlde inanmazlardı. Göktaşından köşeyi dönenler beni,  Binbirgece Masalları’ndaki Habbal Hasan hikâyesine götürdü. Sâdi ve Suat isminde iki arkadaş baht üzerine bir iddiâya girerler. Sâdi, fakir bir urgancı olan Hasan’a iki kere iki yüz altın verir ve bu altınları işleterek  zengin olmasını söyler. Her seferinde Hasan altınları kullanamadan, tâlihsiz kazâlar ile kaybeder. Birinde sarığına gizlediği altınları bir çaylağa kaptırır. Diğerinde altınları sakladığı çömleği hanımı bilmeden eskiciye verir. Sâdi, Hasan’a ne verilse işe yaramayacağı kanaatindedir. Suat ise, ilahi bir tesadüfün altınların yapamadığı işi yapabileceğine inanır. Hasan’a bir kurşun parçası verir ve saklamasını ister. Bir gece, Hasan’ın balıkçı komşusuna ağını tamir için kurşun parçası gerekir. Sabah balığa çıkacağından acildir. Kurşunu Hasan’da bulur ve ertesi gün ilk avladığı balığı Hasan’a gönderir. Balığın ağzından bir elmas çıkar. Neticede, bu elmas Hasan’ı zengin eder.

Masalda Hasan, altınları kaybettiği için Sâdi’ye mahcub olur ama, kısmetten öteye gidemeyeceğinin farkındadır. Her seferinde tevekkülle işine devam eder. Kurşun parçasını ise “Ya nasib!” diye saklar.

“Not: Geçen haftaki târih sayfasında, Hürrem Sultan’ın vâlide sultanlığının iki yıl sürdüğünü yazmışım. Hürrem Sultan, Kânûnî’den önce öldü. Vâlide Sultan olamadı. Özür dileyerek düzeltiyorum.” 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.