Atatürk’ün bir göz işareti yetmişti
BU SORU ATATÜRK'E HAKARET Mİ? TIKLAYINIZ
İki asker, Reşit Galip’i bir anda kucaklayıp havaya fırlattılar!
Atatürk’ün sıra dışı bir Milli Eğitim Bakanı vardır ki, onun göreve gelişi de sıra dışıdır. İnkılapların sahibi onu ilk defa Mersin Türk Ocakları’nda keşfetmişti. Gazi, o gün yapılan teşrifatı beğenmemişti, sinirli idi. Reşit Galip, kürsüye geldi, konuşmaya başladı. Atatürk’ü çeşitli yönleri ile tanıttıktan sonra ona döndü ve “Senin asıl büyüklüğün, milletin bir ferdiyim diye övünmendedir” deyiverdi.
Bu takdim şekli birden bire Gazi’yi yumuşattı. Çok hoşuna gitmişti. Tabii gönlünde Reşit Galip adını bir yerlere yazacak ve onu inkılapların yerleşmesi kavgasında görevlendirecekti. Mudanya’dan Trabzon’a giderken Sinop Limanı’nda demirlediklerinde Kılıç Ali’ye dönecek ve Reşit Galip’i soracaktı: “Mersin’de bir doktor görmüştük. Adı Ragıp mıydı neydi?” Hamdullah Suphi, Doktor Reşit Galip’i kendine has üslubu ile övmeye başladı. Böylece Reşit Galip’in boş bulunan birkaç milletvekilliği için yapılacak seçimde adaylığı Hamidiye kruvazöründe kararlaştırılmış oluyordu. O yıllarda tuhaf bir demokrasi olduğu için, milletvekili adayları, Bakanlar Kurulu ve partinin genel yönetim kurulu ile grup yönetim kurulu üyelerinden oluşan parti divanı tarafından belirlenir ve ilan edilirdi. Yani dostlar alışverişte görsün demokrasi... Reşit Galip’in adaylığı tartışılırken, sadece Sağlık Bakanı Doktor Refik Bey (Saydam) muhalefet şerhi koymuştu. Kılıç Ali, sebebini sorduğunda şunları söyleyecekti:
“Kılıç Ali, belki doğru yapmadım. Fakat ben gidip bizzat Gazi’ye niçin muhalif kaldığımı arz edeceğim. O zaman hiç şüphe etmem ki beni haklı bulacaklar ve mazur göreceklerdir.”
Hemen arkasından şunları ekledi:
“Bu adamı çok iyi bilirim. Şimdi bir köy doktorunu milletvekili yapıyoruz. Yarın milletvekilliği kendisine az gelecek. Bakan olmak isteyecek. Bakan olursa o da az gelecek Başbakanlık isteyecek! Başbakan olursa... Ondan sonra ne isteyeceğini artık sen anla...”
Reşit Galip, İstiklâl Mahkemesi üyesi oldu
Reşit Galip, milletvekili seçildi, gelir gelmez İstiklâl Mahkemesi üyesi oldu. Yapılan toplantılarda sık sık kürsüye gelir ve güzel konuşması, konuya hakimiyeti ile dinleyenleri etkilerdi. Kısa sürede sevildi ve Gazi’nin de gözüne girmeyi başardı. Aynı zamanda Ankara Halkevi Başkanlığı’nı da deruhte etmeye başlamıştı. Devrimlerin halka yayılabilmesi için tiyatroya özel bir önem verilmesini istiyor, fakat piyade albaylığından emekli eski bir asker olan Milli Eğitim Bakanı Esat Bey (Sagay) ona engeller çıkarıyordu. Bir gün sofrada dananın kuyruğu kopuverdi. Aldığı alkolün de tesiri ile coşan Dr. Reşit Galip, Gazi ile o güne kadar kimsenin konuşmaya cesaret edemeyeceği, edemediği tonda konuştu, kelimelerle kırdı, döktü. O günlerin en canlı tanığı, Atatürk’ün sofrasını kuran, ona 12 yıl hizmet eden uşağı Cemal Granda’dan o geceyi dinliyoruz:
Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı
“Dolmabahçe Sarayı’nın Harem kısmında (Hususi Daire) akşam sofrasını henüz kurmuştum. Mevsimlerden yazdı. Misafirler birer ikişer geldiler. Yemek süresince herkes, her konuda konuştu. Gece yarısına kadar süren toplantı sonunda Reşit Galip’in ayağa kalktığını gördüm. O zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca’yı kastederek “Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı. Memlekete fayda yerine zarar getiriyor” Dedi.
Lütfen sofrayı terk ediniz
Bunun üzerine Atatürk:
- Memlekette Maarif Vekili yok mu?
- ...
- Var ya... Esat Hoca mükemmeldir.
Deyince Reşit Galip hayır anlamında başını sallayarak:
- Çok iyi ama, çok da ihtiyar. Artık ondan geçmiştir. Bu memleketin Maarif Vekili o adam değildir, dedi.
Bunun üzerine Atatürk’le Reşit Galip arasında şu tartışma geçti:
- Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur, nasıl Maarif Vekili olamazmış.
- Değil seni okutmak, senin feriştahını okutsa yine bu adam Maarif Vekili olamaz.
O devirde dalkavukların yanında böyle medeni cesaret sahibi, sözünü sakınmaz cinsten kimseler de vardı. Fakat bu derece ileri gideceği, bir hükümet üyesi hakkında bu derece sert konuşacağı kimsenin aklından bile geçmezdi. Atatürk tarifsiz şekilde kızmıştı. Fakat duygularını belli etmeden, çok sakin şu emri verdi:
- Lütfen sofrayı terk ediniz!
- Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cumhuriyette serbesttir... diye başlayınca Atatürk yavaşça yerinden kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra, “Öyleyse müsaade ederseniz ben terk edeyim” dedi ve salondan çıkıp gitti.
Hemen arkasından koştum. Doğru Harem kısmındaki yatak odasına girmişti. Ben de arkasından girdim. Her zaman olduğu gibi kapıları kilitledim. Atatürk soyunana kadar bir kelime konuşmadı. Sinirleri henüz yatışmamıştı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra belki de hiç kimse onunla böyle konuşmamıştı.
- Çelebi Efendi, desene ki, yılanı koynumuzda büyütüyormuşuz, dedi.
Cevap vermeyerek yavaşça kapıyı açıp dışarı çıktım. Oradaki görevim bitmişti.
Yemek salonuna dönünce bir de ne göreyim. Reşit Galip, rakı kadehini hırsından dişlerinin arasına almış kemiriyor. Baş ucunda da Recep Zühtü ve Kılıç Ali duruyorlar. Reşit Galip başını kaldırıp beni görünce:
- Çelebi, bana bir kadeh rakı ver, diye bağırdı.
- Efendim, kilerci uyumuş diye atlatmaya çalıştım.
- Demek bana verecek bir kadeh rakın bile kalmadı desene... diye acı acı söylendi.
Ertesi gün Reşit Galip, Atatürk’e ve İstanbul’a küserek Ankara’nın yolunu tuttu. Hatta cebinde on lirası bile olmadığı için tren parasını Umumi Kâtip Tevfik Bey’den borç aldığını hatırlarım.
Aradan bir ay geçmişti. Biz yine İstanbul’daydık. Yemek salonuna gelen Atatürk bir ara bana:
- Çelebi efendi, şimdi Ankara’da Reşit Galip Bey bir konferans verecek, onu dinleyelim, dedi.
Daha şaşkınlığım geçmeden koşup radyoyu açtım. Reşit Galip’in Türkocağı salonunda verdiği konferansı sessizce dinledi. Radyoyu kapattıktan sonra gözlerinde bir sevinç pırıltısı yanıp söndü:
- Kendisini affettirdi, dedi.
Onbeş gün kadar sonra da biz Ankara’ya gittik. Ertesi akşam Reşit Galip’i sofraya çağrılmış gördüm. Sanki aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi hareket ediyorlardı. Birkaç gün sonra da Anadolu Ajansı, Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanı olduğunu haber veriyordu.
O gece sofra oldukça kalabalıktı. Reşit Galip’in üzerinden sevinç akıyordu. Toplantının en kıvamlı anında Atatürk, kapıda duran askerlerden ikisini çağırdı, sonra onlara işaret ederek yeni bakanı “âltı okka” yapmalarını emretti.
Hepimiz şaşırmıştık. Bakan da öyle. Daha şaşkınlığımız geçmeden o babayanî iki asker, Reşit Galip’i karga tulumba kucaklayıverdiler. Havaya kalkan bakan, önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne haddine... Dev gibi muhafızların birer çelik pençeyi andıran elleri arasında kıpırdamak ne mümkün...
Mecliste bulunanlarda heyecan son haddini bulmuştu. Sonunun ne olacağı merak ediyorlar, adeta nefes bile almaktan korkuyorlardı. Atatürk ise soğukkanlı ve tabii görünüyordu. Askerler, Reşit Galip’i iki üç sefer havaya kaldırdılar. Tam yere vuracakları sırada Atatürk’ün bir işaretiyle vurmaktan vazgeçiyorlar, tekrar var hızlarıyla havaya sallıyorlardı.
Birkaç kez tekrarlanan bu hoş oyundan sonra (biz çocukluğumuzda çok oynardık) Atatürk sofradakilere döndü.
Gülerek:
- Biz istersek böyle de hareket edebiliriz, dedi.
Acaba Atatürk, bu oyunla, vaktiyle kendisine hakaret eden Reşit Galip’e bir ders mi vermek istemişti?
VAKİT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.