Zarifoğlu'na: Seni çok özlemişiz be ağabey

Zarifoğlu'na: Seni çok özlemişiz be ağabey
Yirmi yıl önce 7 Haziran’da aramızdan sessizce ayrılan şair, yazar, gazeteci, köşe yazarı, çocuk edebiyatçısı, Cahit Zarifoğlu'nu rahmetle anıyoruz... İşte ona ithafen kaleme alınmış güzel bir yazı: 

Seni çok özlemişiz be ağabey

Yıl kaçtı, hatırlamıyorum. Sanırım ihtilal sonrası. Ortalık oldukça sakindi, oradan biliyorum. Bir de tavan arasında gizlenen gazetelerin arasına 'ideolojik' yayınlar karışmıştı. Tabii ki ne olduklarını bilmiyordum. Hem ben İlkokula giderken daha çok, okunan günlük gazetenin kenarlarına yazılar yazmaya çalışıyordum. Keçeli kalemle daha bir fiyakalı görünüyordu yazılar. Ağabey, seninle tanışmamız o zamanlara denk düşüyor galiba. Yüz yüze hiç gelmedik, tanışmadık elbet. Sana mektup yollayacak yaşta da değildim henüz. Birbirimizi uzaktan tanıyoruz. Sen, benim de içinde olduğum kişileri 'okur' olarak biliyordun, bense 'yazarlarım' arasında en başa koyuyordum seni. Ha, sadece seni değil elbet, tavan arasında bulduğum eski tarihli gazetelerden kestiğim bölümlerdeki isimleri de takip ediyormuşum. Vedat Can ve Ahmet Sağlam'ın sen olduğunu ölümünden sonra öğrendim. 1987 yılında bu dünyadan göçüp giderken, Hakk'a kavuşurken, ben okurun olarak bir yerlere yazmaya çalıştığım şiirlerini okuyordum. Evet doğru, Gülçocuk dergisinden takip ediyordum yazdıklarını o sıralar. Yatılı bir yurttaydım. Şu an bu satırları yazdığım gazete de geliyordu yurda. (ne bitmez okuma enerjisi) Edebiyatı bize sevdiren ve kompozisyon yarışmaları için kütüphaneye 'kaçmamıza' izin veren Hasan hocamızın elinde görmüştüm dergiyi ilkin. Yüksel'in bizden avantajı Hasan hocanın köylüsü olmasıydı, yani gurbet elde ona emanetti. Ama kitap, dergi okuma merakını bize bırakmış bir arkadaşımızdı Yüksel. Doğal olarak ilk kez elime aldığım dergide o dönem ümmetin en çok ağrıyan yanlarıyla tanıştım. Daha sonra mahallemize de gelecek olan muhacir Afganlıları görerek, zihnimiz gerçeklikle kaynaşmıştı. Bir de Yürek Dede ile Padişah. O ne huzurlu namazdı öyle Ayşe nine ile.
İns'le geçen günler

Ağabey, senin bizden ayrılmaya karar verdiğin dönemde biz senin şiirlerine yelken açmıştık. Elbette çocuk şiirleriydi bunlar. Hani senin anlaşılmaz olduğun iddialarıyla büyüdükçe karşılaşacaktık ama, nedense muzip bir gülümsemeden öteye geçmeyecekti bizde bu durum. Eminim yaşadıkça sen de aynı gülümsemeyi taşıdın yüzünde. Büyük bir heyecanla beklediğim derginin yeni sayısı beni en büyük hüzne taşımıştı. Tamam, sararmış bir gazete sayfasında Üstadın vefatını öğrendiğimde de aynı duygulara yaklaşmıştım, ama senin gidişin, bize sadece yazdıklarını bırakışın oldukça hüzünlendirmişti bizi. Bilmem neden, Berat ablayı, Betül'ü, Ahmet'i, Ayşe Hicret'i, Arife'yi ailemden birileri olarak görmüştüm. Hâlâ da öyle hissederim. Berat ablamızın 'evladım gibidir' demesi şaşırtmaz beni o yüzden. Yurt hayatını geride bıraktığımda evimizin tavan arasını uğrak yerine çevirmiştim. Annem 'yemek hazır' dediği sıralarda ben kim bilir kaç yıl öncesinin Yeni Devir'inde, Millî Gazete'sinde bir köşeye kapılmış giderken bulurdum kendimi. Laf aramızda, Balyoz adlı mizah dergisini gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonuçta senin dolaştığın o gazete koridorlarında ben de dolaşacaktım ama, bu dergi, bir yabancılaştırma efekti gibi durmuştu o okumalarım esnasında. Sonra galiba büyümeye başladım. Hayat nasıl aktı, nerelere taşıdı bizi bilmiyorum; bildiğim, okulumuzun kütüphanesinden çıkmaz oldum. Hani başı ağrıyanlar geçmeyince ikinci hapı da çaktırmadan içerler ya, benimkisi de öyle oldu. Kütüphanecimiz Mehmet ağabeyin gözlüklerinin üstünden bakıp 'sen işi biraz abarttın' der gibi bakışını görmezden gelerek, tek kitap hakkımı ikiye çıkarttırdım. İşte o sırada Edip Cansever'in 'Gül dönüyor avucumda'sı ile senin hikaye kitabın 'İns' elime yapışıverdi. Bir haftalık okuma süremi ne kadar geçirdiğimi bilmiyorum. İns, ince bir kitaptı ama ben de ergenlik döneminin ilk adımlarında Gülçocuk dışındaki Zarifoğlu ile karşılaşmış oldum.

Evet, o sıralar Düzce'nin merkezindeki kütüphaneye de dadanmıştım. Farkına varacağın gibi okulu kırmaya başlamıştım. Sınıfları geçmiş miyim, kalmış mıyım, hangi derslerde ne durumdayım, bilmiyorum; okuduğum kitapların arkasındaki notlar kısmına yazmamışım. Tavan arasında kestiğim kupürleri ne yapmayı düşünüyordum, şimdilerde çıkaramıyorum. Geçici bir hevesle onları bir araya getirip bir kapakla mı buluşturacaktım, yoksa yanlarından zımbayla mı tutturacaktım, meçhul! Ne vardı o yazılarda ağabey. Hani senin okuru da içine alan yazılarında akıp giden düşünceler... Kanayan yaramızı bize gösterdin, içimizde muhacirlere bir yol açtın. Dertleriyle dertlendirdin bizi uzak gördüğümüz yakın coğrafyamızla. Bir de sanki hemencecik anlamamızı güçleştiren uyarılarda bulundun. Tamam düzeltiyorum, uyarılarda kendin için bulundun. Sanki kendine yazıyordun. Biz de zaten ismini 'acz'leyen yazarın kendine mektuplarını okuyor ve o yüzden kendimize yazılmış gibi yakında duruyorduk. Yılların hiçbir önemi yok. Bugün de benim için okuduğum 'şey'in hangi yıla, hangi düşünüşe ait ya da aitmiş gibi olmasının bir önemi yok. Sen sadece ümmetin dertleriyle uğraşmıyordun. Adeta boğazına yapışmış sıkıntıları uzaklaştırmak için hamleler yapıyordun. Haber ajanslarının yaydığı yalan yanlış haberlerin ulaştığı zihinleri uyarıyor, kafir yanında hizalanan müminler adına yas tutuyordun.

Yıllar sonra ağabey, Mudurnu'da bir çadırda yanı başımda bulmuştum bir kitabını. Hani şu yarım kalan romanın var ya, o. Savaş Ritmleri-Anne kitabından okumuş ve zihnimden tamamlamaya çalışmıştım romanını. Evet, öğlenleri, taş duvarında çalıştığımız fabrikanın mescidinde uzanıp okumak unutamadığım bir anı olmuştu. Çimento, taş, harç ve kitap!
Okunan Yasinlere eşlik ettik

İstanbul'a geldiğimde senin zihin dünyana yakın bir tiyatrocuya tutundum. Ve orada karşılaştık evlatlarınla. Hani masallar okuduğun, dualar öğrettiğin. Masallar dinlemiş, dualar öğrenmiştik. Sonra Berat abla ile uzun sohbetler. Önceleri Fatih'teki öğrenci yurdundan, ardından da öğrenci evinden kaçıp Berat ablamızın buyur ettiği evde, yazılar yazdığın daktilona baktık saatlerce. Birkaçında televizyonculara da denk geldik. Senin sadece ismini bilen stajyer kızların masana oturup yazılar karaladığını gördük. Bir şey diyemedik, dokunmaya kıyamadığımızı anlamamışlardı. Kitaplığına göz gezdirdik uzun uzun. Birkaç kitabını okumak için emanet aldım Berat abladan. Her taşındığım eve benimle birlikte geldiler. Sen anlarsın be ağabey beni. Çok daha zor şartlarda taşınmaların olmuştu çünkü. O yazıların, şiirlerin, hikâye ve romanların kolay yazılmadığını biliyorum. Okurken çağrışımlı dünyanda gezinirken, uzun uzun duraklamam da o yüzden. Pek çok kitabı çabucak okuyup kurtulmaya çalışırken, senin kitapların bir tefekkür hali oluşturdu üzerimde. Her yedi haziranda Küplüce'ye giderken çok hızlıydım ama. Belki de henüz alışamadığım bu büyük şehirde üzerime aldığım yazı ve sayfa yükünü yetiştirememe telaşıyla bindim otobüslere. Evet, yolları şaşırdığım çok oldu. Hiç bilmediğim sokaklarda kayboldum. Kimi zaman oturup bir kenarda henüz çıkmaya başlayan kirazlardan yedim. Sonra koşturarak girdiğim mezarlıklardan yavaşça senin yanına yaklaştım. Okunan Yasinlere eşlik ettim. Kimi zaman tek başıma gecikmenin telaşını üzerimden sıyırarak okudum, okudum...

Bir de baktım ki yıllar geçmiş. Üniversite için kapısını çaldığım bu şehirde 1995'ten başlamış, 2009'a kadar saymışım. Dostların vardı mezar başında. Zamanla değişen ve değişmeyenler. Kimi zaman Beylerbeyi'ne indik, Nurettin ağabeyin berber dükkânının karşısında demli çaylar içtik. Kimi zaman da biraz daha üstte, boğazı gören bir yerde seni konuştuk. İlk başlarda gazetenin arşivini kolaçan etmiştim. 2000'lerde yıkılan binada çekilen fotoğrafların vardı siyah beyaz. Yanında Rasim ağabey, rahmetli Akif, Erdem ağabey. Sen daha çok Yeni Devir'deydin. Ben geldiğimde çok şey değişmişti. Soğuk kış günlerinde biz de yaslandık o kalorifer peteklerine. Aynı binada sanki karşımdaymışsın gibi, hürmetle yazılar yazdım. Sonra taşındık işte.
Sonunu bekliyoruz filmin

O yılları siz biliyorsunuz ağabey. Bizim dönemimiz sanırım biraz farklı. Elbette ki yangın halen aynı hızla başka ülkelere, bölgelere sıçrayarak devam etti. "Büyük ajansların yaydığı resimleri, / Bir seyirci gibi görsün dursun, / Bir kadın gibi ağlasın. / Beyrut yengeç kıskacında, / Çoğu Müslüman kâfir yanında, /Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin. /Sen Filistin, hokkaları doldur kanla, /Şairler eğer ahın varken/ Uzanırlarsa tomurcuklara güllere / Her biri kanlı bir ateş gibi korku/ Bir azar, bir şamar olsun. / Filistin, sen işine bak, kar toprağını,/ Yoğur gazabını Yaradanın/ Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?" diye yazmıştın ya, biz hâlâ sonunu bekliyoruz filmin. Başını kaçırmıştık, ama sürekli tekrar bize her sahneyi ezberletti. Sonra ne mi oldu ağabey? Yakın arkadaşların birer birer seni özledi. Akif ağabeyle bir türlü sevemediğim Ankara'da, bir sendikada uzun sohbetlerde bulunduk. Yabancılığımı azalttım bu şehirde. Rasim ağabeyi takip ettik, nerede konuşacaksa oradaydık. Nazif ağabeyle İstanbul sokaklarında yürür olduk.

Mustafa Ruhi Şirin'in sizinle yaptığı uzun bir konuşma vardı ya, o konuşma geceleri bir fener oldu bize. O kitaplaşan konuşmaları gazete yazılarınla bir araya getirdik, sonra kitap olarak okuduk. Evet, unutmadım elbet, Mavera dönemini. Orda da aynı şey oldu ağabey. Bir gençlik teşkilatının raflarında buldum Mavera'yı. Her şey o an yazılmış da bana anlatılıyormuş gibi okudum dergileri. Soruşturmaları, dosyaları. Elbette ki senin daha sonra iyi eserler ortaya koyacak olan çoğu kişiyle hiç tanımadan yaptığın sohbetleri. Tabii ki, yazı değildi onlar, konuşuyorduk, muhatabının biz de yanındaydık. Berat abladan aldım iyi haberi. Sanırım o yazılar da kitaplaşacak. Hiç unutamadığım bir şey vardı okuduklarım arasında. Soldan kişilerle bir araya geldiğiniz o toplantı. Ve senin duruşun, ciddiye almaz tavrın. Kendine olan güvenin, inancına, inandığın tüm değerlere.

İşte bugünlerde film koptu ağabey. Bu ülkeye dayatılan pek çok şey şimdilerde bir şey ifade etmez oldu. Düdük sesleri medya darbesine karıştı ilkin. Adına postmodern dediler. İlk biçilişimiz oydu. Ardından bir altüst oluş yaşadık. İçte krizler, felaketler, dışta (mı acaba?) Bosna, Filistin, Irak vahşeti. Önce Avrupa'nın vicdanının ölüşüne tanıklık ettik, ardından dünyayı yöneten büyük gücün insan onurunu ayaklar altına alan barış (!) bombalarına yakalandık.

Biz yine koltuklarımızdaydık elbet, film yakınımızda çevriliyordu artık. Sonra dışlanan, horlanan 'biz' var ya, dışlanamaz, oyun dışına itilemez olduk. Devlet daireleri, iktidar koltukları 'biz'den ağabey. Geçenlerde Hadise ile dünyaya en iyi dansları biz sunduk, birincilik alamadık ama Hadise'mizin çıplak dansıyla yarışmanın en konuşulan ülkesi olduk. A, evet, Azerbaycan'la aynı gösteride de kardeştik. Onlar bizi geçti ama. Seneye en muhafazakâr halimizde en bi değişik kıvraklıklara ne kadar hazırlıklı olacağımızı göstereceğiz. Fikir gazetelerini rahatlattık ağabey. İçine bolca magazin koyduk. Şimdilik Hadise'nin üstünü gösterebiliyoruz, ama yakında bakarsın bir 'mübah' yol bulabiliriz. İhaleler, alengirli işlerle tanıştık. Edebiyat dergilerinde her ay sabırsızlıkla yazılarını beklediğimiz ağabeyler şimdilerde kendilerini 'darbeleyen' büyük medya deviyle birlikte fotoğraf çektirme telaşında. O dönem yazdıkları yazıların gazetelerinden uzaklaşışını keyifle seyrediyorlar. Evet, Nusret ağabey üçüncü yoklama geldiğinde de çalıştığı gazetede yazmıyor, yerel haber ayıklıyordu! Mücahitler, müteahhit kimliğiyle boy gösteriyor elbet. İktidar nimetini keşfettikçe ağzımızın suları aktı. Meğer dünya nimetleri bizim için yaratılmış da fark etmemişiz.

Büyük gazeteler, medya kuruluşları 'bizim' de, başörtülüler kimin onu çözemedik! Zorlandığımız konuları 'furuattan' kenara ayırdık, rahatladık. Liberal kanattan aldığımız destekle gücümüzü artırırken, haklılığımızı sorgular olduk. Daha iyi bir ülkede yaşama idealimizi, değiştiremediğimiz anayasanın kutsal gücüne sakladık. Kartel bildiğiniz gibi. Kendini kaybetmişti, kendine ve bize gelmeye başladı.
Meğer çoktan kaybetmişiz biz!

Ülke değişti, muhafazakâr Anadolu merkeze yerleşti. Bize aydınlanma (!) dikte ettiren büyük medyacılar bugünlerde ilmihal okusalar yeri! İslamcıları soracak olursan onlar iyiler. En son çok değer verdiğim biri, isminin başına bir harf reklamı aldı 'hasım' oldu. Sebep mi, düne kadar kurtarılmış bölge gibi koruma altına alınan 'magazinleşmemiş' yer 'out', 'İslami gıybet forever' 'in' de ondan! Sırtını patrona yaslayan ilk önce aynadaki aksine ateş ediyor. Bana bir şey olmadı elbet, ayna kırıldı, cam kırıkları yüreğimi kesti, o kadar!

Ağabey, her yıl 7 Haziran'da böyleyken böyle dedik. Bu kez veda vaktinin yaklaştığını hissederek dertleşelim istedim. Ola ki bir daha böyle geniş bir vakit bulamayız. Ha, unutmadan, sohbetimize bugün okurlarımız da eşlik etti. Birlikte bir Fatiha okuyacağız elbet. Mezar üstüne ise kalabalık gelemeyeceğim. Yalnızlığımı kuşanacağım bu kez. Dostların, okurların ayrıldıktan sonra varacağım Küplüce'ye. 'Forever'siz dua okuyacağım. Hele bir bakayım, Yasin-i Şerif'i ne kadar unutmuşum, bilirim yüzüme vurmazsın karıştırdığım yerleri. Yasin'lere karışırken aminler sessizce çekileceğim sahneden. Küçükken tek başıma okuduğum Motorlu Kuş'u oğlumla birlikte okurum sonra da. Hazır okumayı sökmüşken, bana da öğretir yeniden dinlemeyi.

Seni özlemişim be ağabey. Dünya imtihanımız henüz bitmedi, her şeye rağmen 'burası bir adam' demeye devam!

Rahmetle ağabey, rahmetle... (Milli Gazete)

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.