Can arkadaşım Hamit Can
Hamit Can’a ne borçluyuz? Sükûneti... İyiliği... Bilgeliği... Mütevazı kararlılığı... Dünyalık hırslardan uzak kalarak da kendimizi gerçekleştirebileceğimizi...
Beyaz Saray’ın merdivenlerinden iniyordum.
1984 mü?
Üzerinde “tektip çarşı kıyafeti”, başında onbaşı kepi, Pınar Yayınları’nın kapısında durmuş, güleç ve sakin, birilerine bir şeyler anlatıyordu. İlk kez orada karşılaştık.
Necati Polat tanıştırmıştı...
Diriliş dergisinde öykülerini okuyordum. İddiasız ama büyük bir romansın parçaları olan, “büyük hikâye”ye doğru yürüyen öyküler... Onu tamamlayamayacaktı...
Benim İstanbul’da ilk aylarımdı. Hamit de askerlik görevini yapıyordu. Dağıtımda, Hadımköy yahut Hasdal gibi bir yere düşmüştü. Cumartesi günleri, ortak buluşma mekânlarımız olan Beyaz Saray, Çorlulu Ali Paşa Medresesi ve Koska civarında cismini gezdiriyordu...
İlk karşılaşmamızda hemen kaynaşıvermiştik.
Hamit’le ilk karşılaşmalar hep böyle olur.
Hemen kaynaşıverilir.
Hesapsızlığı, naifliği, tertemizliği hemen ele verir kendini.
Her Cumartesi buluştuğumuzu hatırlıyorum.
Bazen Cafer Turaç, çoğu zaman Necati Polat ve Sıtkı Caney eşlik ederdi bu buluşmalara.
Hep edebiyat konuşulurdu.
Herkes şiirini, öyküsünü, tasarılarını dökerdi masaya.
Hamit, “tamamlayamayacağı” o büyük hikâyeyi anlatırdı.
İlk karşılaşmamızdan sonra Hamit’le yollarımız hep kesişti. Aynı yayınevlerinde, aynı gazetelerde çalıştık... Aynı dergilere ürünlerimizi yolladık. Aynı öğrenci ve bekâr evlerinde kaldık.
Bir şekilde yolunuz Cağaloğlu’ndan geçtiyse, mutlaka Hamit Can’la karşılaşırdınız. Bazen bir yayınevinde, bazen bir dergi idarehanesinde, bazen bir gazetede...
Uzun yıllar yayıncı, editör ve “dizgi operatörü” olarak çalıştı.
Dergilere öyküler, denemeler, kitap eleştirileri yazdı. Gazetelere Kültür-Sanat sayfaları hazırladı.
Diriliş düşüncesinin “en hakiki” müntesiplerinden biriydi. Yıllarca Sezai Bey’e gidip geldi. Sezai Bey’den güzel haberler taşıdı. Yakın çevresini Sezai Bey’e taşıdı. Hep hesapsız, hep içten, hep tertemiz...
Büyük hikâyeye zaman bulamadı ama, “Derbesiye Günleri”ni yazdı.
Kitabı, bir solukta, nostaljik duygularla, gıpta ederek, türlü ihtilaçlarla okuduğumu hatırlıyorum... Hamit Can’ın çocukluk anılarıdır... Benzersiz bir kitaptır.
Geçen yıl, bir grup arkadaş (Mahmut Bıyık, Fikri Akyüz, Rasim Ozan Kütahyalı ve Ömer Hoca) Mardin’e gitmiştik.
Nasibimizde, kıyısından demiryolu geçen, Suriye sınırındaki Derbesiye kasabasını görmek de varmış.
İsmini değiştirmişler, Şenyurt yahut Yeşilyurt gibi bir şey yapmışlar ama, benim için “Hamit Can’ın Derbesiyesi”ydi orası.
Evet, Derbesiye’ye gittim ve Hamit Can’ın sokağını, arkadaşlarını, trenlerini gördüm. İstasyon Şefi’yle konuştum.
Kasaba, Sinan Çetin’in “Propaganda” filminde kullandığı platoyu andırıyordu ve insana “yalnızlığını” hissettiriyordu.
Hamit’le Derbesiye muhabbeti yapacaktık.
Kavilleşmiştik.
Dün Salih Tuna aradı, “Hamit Can’ı kaybettik” dedi.
Haberi aldığımda öyle kalakaldığımı
hatırlıyorum.
Böyledir bu işler.
Ne diyeceğinizi bilemezsiniz.
Öyle kalakalırsınız...
Hamit Can’a çok şey borçluyuz... Onun sükûnetine, mütevazı kararlılığına ve “iddiasız” bilgeliğine çok ihtiyacımız var. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.