Olmadı yenge hanım...
Saygıdeğer Tansel çölaşan, Danıştay Başsavcısı’dır... Parlak bir hukukçu, ilkelerinden taviz vermeyen bir devrimcidir. Değerli gazeteci, kıymetli büyüğüm Emin çölaşan’ın da refikalarıdır.
Buyurun işte...
Dakka bir, gol bir...
1950 yılında ‘karşıdevrimciler’ iktidara geldi, bazıları da bundan aldıkları cesaretle, şımarıkça, ‘refikaları’ gibi, devrimlerin ruhuna ters, Türkçe olmayan sözcükler kullanıyor. Bunlar gerçekten azıtmış...
Bu arada Emin abiye özel not:
Geçen hafta Ankara’daydım; sözleştiğimiz üzere bir çayını içmek için rahatsız edecektim ama... İşlerden başımı alamadım. Ayrıca, ‘siyasi hava’, bu görüşmenin samimi havada cereyan etmesine engel gibiydi sanki...
Başka sefere artık...
Hem oturur çayımızı içer yarenlik eder, hem de güncel gelişmeleri değerlendiririz. Birazcık da meslekten, mesleğin içine düştüğü içler acısı durumdan konuşuruz. Neyse...
Emin abiyle, son zamanlarda oluşturduğumuz ‘zoraki hukuka’ dayanarak, kıymetli refikalarına ‘yenge’ diye mi hitap etsem? Karar veremedim...
İstihfaf olarak algılanmayacaksa, ‘yenge’ demek isterim.
Hadi biraz resmiyet katıp ‘yenge hanım’ diyelim de, gereksiz bir samimiyet gösterisine dönüşmesin.
çünkü Tansel çölaşan, 27 Mayıs darbesiyle ilgili tartışmalı konuşmasını, kamu elemanı kimliğiyle değil, ‘kadın’ kimliğiyle ve ‘vatandaş’ olarak yaptığını söylüyor.
Ben de o zaman Danıştay Başsavcısı Tansel çölaşan’a değil, ‘vatandaş Tansel Hanım’a, yani ‘Tansel yenge’ye hitap etmek istiyorum:
Buyurmuşsunuz ki, ‘Kimse idam cezasını istemez ama o dönemde bunlar (yani Menderes ve arkadaşları) idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı. 27 Mayıs’ı burada ihtilal olarak görmek hata olur. 1960 ihtilali aslında bir devrimdir.’
Sonra da, ‘her darbenin mutlaka kötü sonuçlar doğurmayacağını’ beyan etmişsiniz.
Hadi ‘kapanma’yla ilgili sözlerinizi tartışma dışında tutalım...
Nilüfer Göle’nin çalışmasından haberdar olabilseydiniz, ‘modern’ ve ‘mahrem’ kavramlarının esasında hangi sosyolojik vetirelerle ilişkili olduğunu çözebilseydiniz, bu meseleyi de konuşur ve özgürlüğün indirgenebilir (örneğin, sadece ‘açılma hakkı’yla açıklanabilir) bir şey olmadığı üzerinde mutabakata varabilirdik.
Fakat darbeleri savunmak, her darbenin mutlaka kötü sonuçlar doğurmayacağını beyan etmek, Danıştay Başsavcısı Tansel çölaşan’a zaten yakışmaz da, bir ‘kadın’ olan vatandaş Tansel çölaşan’a hiç yakışmıyor.
çünkü, 27 Mayıs bir devrim değildir...
Bir ‘darbe’dir...
Bir ‘cunta’ ve ‘konvansiyon hareketi’dir...
Devrimlerle murat edilen ‘iyileştirmeleri’ getirmediği gibi, siyaset (ve halkın tercihleri) üzerindeki bürokratik baskıyı (vesayet rejimini) kurumsallaştırmıştır.
Sizin çok beğendiğiniz 27 Mayıs olmasaydı, muhtemelen eleştirdiğiniz ve ‘kötü darbeler’ kategorisinde gördüğünüz 12 Mart ve 12 Eylül de olmayacaktı.
Bunlar, birbirinin mütemmim cüzüdür...
İkincisi, Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi, hiç de ‘toplumsal coşku’yla karşılanmamıştır.
Bu olay, Türk siyasetinin ‘utanç sayfaları’ndan biridir.
üçüncüsü...
Israrla ‘Cumhuriyet’in kazanımlarının yok edildiğini’ söylüyorsunuz.
Bana yok edilmiş üç adet ‘Cumhuriyet kazanımı’ sayabilir misiniz?
Fazla değil. üç adet...
Sakın ‘Türkçe ezan’ demeyin...
Danıştay Başsavcısı kimliğinizle, Türkçe Ezan konusunda bir yasak bulunmadığını, ezanın asli lisanıyla da okunabileceğine ilişkin TBMM kararının altına CHP’lilerin de imza attığını en çok sizin bilmeniz gerekir...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.