Sulandır - mayacak - sanız, tartışalım
Başkanlık Sistemi’ni millî bünyemize uygun bulmayan şaşkınlar, tek parti döneminde bir tür “ilan edilmemiş” Başkanlık Sistemi’nin yürürlükte olduğunu biliyor mu?
Ebedi Şef kimdi?
Milli Şef ne iş yapardı?
Mustafa Kemal’in yetkilerinden ve müdahalelerinden bizar olan İsmet Paşa, çareyi Silahlı Kuvvetler içinde ittifaklar kurmakta bulmuştu ama sonsöz Başkan’ındı.
Başkan’ın emriyle gelmişti.
Başkan’ın emriyle de gitti.
Hikâyesi pek ünlüdür:
Başkan (yani Mustafa Kemal Atatürk), Ankara Garı’nda kendisini uğurlamaya gelen Başbakan İsmet İnönü’ye “Gel benimle” der.
Birlikte trene binerler.
Trende ne konuşulur, hangi pazarlıklar yapılır? Bilinmez...
İstanbul Haydarpaşa Garı’na geldiklerinde İsmet Paşa artık Başbakan değildir. Anadolu Ajansı iki satır yazıyla, Paşa’nın “yorgunluk nedeniyle” Başbakanlıktan istifa ettiğini duyurur. Yeni kabineyi kurma görevi de, Dolmabahçe Sarayı’na çağrılan İktisat Bakanı Celal Bayar’a verilir.
İsmet Paşa 1938’de Cumhurbaşkanı seçilince, “Başkanlık yetkileri”ni aynen muhafaza eder. Kendisine “Millî Şef” denilmesini istediği için, selefi Mustafa Kemal’e de “Ebedî Şef” sıfatını uygun görür.
Paşa’nın söylediği her söz emirdir, tamimdir, genelgedir...
Hatta, yasadır...
İşte size korporasyon morporasyon tanımayan, demokratik de olmayan Türk tipi Başkanlık Sistemi...
Demokratik parlamenter sistem ilan edildikten sonra da “arızî uygulamalar” halinde Başkanlık Sistemi devam etti.
Mesela, Orgeneral Cemal Gürsel, 1960’ta, Millî birlik Komitesi tarafından bulunup darbenin başına getirilmişti ama Cumhurbaşkanı seçilin
ceye kadar “Başkanlık yetkileri”yle yönetti ülkeyi.
Kenan Evren de Başkan’dı.
Evren, üstelik, sadece parlamentoyu değil, parlamento üzerinde bir erk olan “Cumhuriyet Senatosu”nu da kapatmıştı. Sorumlu olduğu herhangi bir yasa, herhangi bir teamül, herhangi bir konvansiyon yoktu... “Ben yaptım, oldu” diyordu ve hakikaten de oluyordu.
Demek ki, Başkanlık Sistemi, “millî bünyemiz”in pek de yabancısı olduğu bir yönetim modeli değilmiş...
Bunun bir de “yarım başkanlık” versiyonu vardır ki, Menderes, Demirel, Özal, Erdoğan, nerden bakarsanız bakın, bir tür “Yarım Başkanlık” görevi deruhte ettiler.
Peki, “de facto” olarak kendisini yürürlüğe sokarak can sıkıcı sonuçlar doğuran bu sistem, ıslah edilip “demokratik” bir hüviyet kazandırıldıktan sonra “model” olarak benimsenemez miydi?
Parlamento olacaktı, parlamentoyu sınırlayan korporasyonlar olacaktı, kuvvet erkleri olacaktı ve son tahlilde “erkliğini” bilecekti... Bununla birlikte bir de “Başkan” olacaktı... Böylece hem siyasetin elini güçlenmiş olacak, hem de “bürokratik vesayet sistemi” tarihe karışacaktı.
Konuyu, ilk, rahmetli Turgut Özal gündeme getirmişti.
Kıyamet kopmuştu...
Demirel gündeme getirdiğinde kıyamet kopmamıştı ama ciddiye de alınmamıştı.
Şimdilerde Erdoğan telaffuz ediyor.
İyi de ediyor...
Sistemin yararlarını ve mahzurlarını tartışalım. “Laiklik elden gidiyor, cumhuriyet’in temeline dinamit konuluyor” diye işi sulandırmayalım.
Belki de yetki karmaşasına son verecek, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini ikame edecek en uygun sistem budur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.