İmparatorluk başkentinden Cumhuriyet vilayetine...
TBMM kararıyla, Osmanlı saltanatı 1 Kasım 1922’de sona erdi.
Ankara daha başkent değildi...
Ama başkentti!
Ne Ankara başkent olmaya hazırdı, ne de İstanbul Cumhuriyet’in illerinden biri olmaya!..
İstanbul’un 1920’lerdeki nüfusu hayli karışıktı.
Bulgar sütçü, Karamanlı bakkal, Arnavut bostancı, Eğinli kasap, Karadenizli manav, Balat ve Hasköy’ün yoksul tenekecisi, Rum meyhaneci, İtalyan inşaat ustası ve Ermeni kuyumcu dışında gerek bürokraside gerekse de ticaretin her alanında aynı renkli nüfus görülüyordu.
İstanbul’un nüfusu, 1927 sayımına göre, 900 bin civarındadır. Bunun 250 bini, tarihi İstanbul surlarının içinde yaşıyordu.
Kent hâlâ ahşap yapılardan oluşurken, Şişli ve Nişantaşı ‘çağdaş semtler’ olarak yeni yeni gelişmekteydi. Surların içinde bile bahçeli evler, bostanlar göze çarpıyor, çoluk çocuk, yarı kırsal yarı kentsel bir çevrede oyunun ve her türlü yaramazlığın tadını çıkarıyordu.
Temizlik, aydınlatma hak getire; kışın çamur, yazın ise toz toprak...
Kentin hemen her yanından denize girilir, İstanbul’un her semtinde boy atan çocuk, yüzmeyi kıyılarda öğrenirdi.
Langa bostanlarının hıyarı, Yedikule marulu, Arnavutköy’ün çilekleri İstanbullular’ın anılarında değil, filelerinde taşınmaktaydı.
Ama İstanbul’da yaşam zordu.
Ulaşım rezaletti. Aksaray’dan Çengelköy’e giden ancak ertesi gün evine gelir, ziyaretler ‘yatıya’ diye yapılırdı. Et, ekmek dertti.
Sular gürül gürül akmaz, hele Beyoğlu’nun apartmanları su kesintisine hepten alışıktı. Çeşmelerden akan suları kana kana içebilen mahallelerin sayısı pek azdır. Gözler hep mahalle sakasının getireceği iyi içme suyundaydı.
Kent nüfusundaki artış, imparatorluktan dilim dilim kopan Rumeli eyaletlerinden, özellikle
Balkan Savaşı’nda işgal edilen topraklardan gelen Müslüman ve Musevi halkla başladı.
İstanbul’da, 1950’li yıllara gelindiğinde, egemen nüfus hala Rumeli halkıydı.
Anadolu’dan göçen, Anadolu şivesiyle konuşan Karamanlı Rumlar, 1922’den sonra İstanbul’u mesken tutmuştu.
İstanbul, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gördüğü büyük Anadolu göçünü henüz yaşamamıştır.
Kentin nüfusu doğumla da artmamaktadır çünkü yaşamın güçlüğü, İstanbullular’ı çok çocuk yapmaktan alıkoymaktadır.
Osmanlı hanedanı sürgün edilmiştir.
Ama yeni ‘mavi kanlılar’ türemiştir İstanbul’da.
Kimdir bunlar?..
İthalat yaparak paraya para demeyen tüccarlar, sefalete düşse de ellerindeki üç beş parça mücevheri satarak ayakta durmaya çabalayan Rus soyluları, hâlâ servet ve itibarını koruyan Mısır
Hidiv Hanedanı üyesi prens ve prensesler.
Yasayla yasaklanan bey, paşa, sultan ünvanları Mısırlılar’ı kapsamıyor.
Gazetelerde, ara sıra, gece rezaletlerine karışan Mısırlı prenseslerden söz ediliyor...
Değişiklikler birbiri ardına geliyor: önce 8 Eylül 1924’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sadaret makamı ve Hariciye Nezareti olan Babıali’nin üstündeki Tuğra-i Osmani indiriliyor.
‘Burası İstanbul ilidir!’ derken, 18 Ekim 1924’de, hanedanın baba ocağı Topkapı Sarayı, müze olarak düzenlenip halka açılıyor.
İstanbul henüz Ankara’ya ve yeni düzene karşı muhalefetin merkezidir. Salt siyasi anlamda değil, kültürel anlamda da.
Ama Ankara’da sırtını dönmüştür İstanbul’a tam anlamıyla.
İstanbul Belediyesi tarihinin en zavallı günlerin yaşamaktadır.
Tramvay teklemekte, kanalizasyon taşmakta, Tanin Gazetesi yetimhanelerin, yürek parçalayan durumunu tefrika etmektedir. Savaş şehitlerinin yetimleri içinse şöyle bir başlık atılmıştır: ‘İttihat ve Terraki babalarını almış. Halk Fırkası da galiba canlarını alacak!’ Kent kozmopolit yaşamını 1950’lere kadar sürdürür. Haliç leş gibi olur.
Sokaklarda başıboş köpekler gezinir, yangın artığı arsalar çöplüğe dönüşür.
Sirkeci-Karaköy iş hayatının sürüklediği hanlarla doludur. Şirketlerin işlerini Ankara’da temsilcileri izler. Ve bütün bunlar, İstanbul’u yaka paça 6-7 Eylül olaylarının ortasına taşır...
(Argos Dergisi ve İlber Ortaylı’ya teşekkürler.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.