Ahmet Kekeç

Ahmet Kekeç

Bir gün de dik durun yahu!

Bir gün de dik durun yahu!

Mesut Yılmaz, Başbakanlığı döneminde, neredeyse her hafta “muhtıra” yerdi.

Koskoca Başbakan neredeyse işaretlerle konuşur hale gelmişti... “Sessiz sinema” ve “gözlerine bakın anlarsınız” deyimi, o dönemden andaçtır.

Peki, Paşa niçin böyle yapıyordu?

Postmodern darbe hayırlısıyla hayata geçirilmiş, ilerici güçler bütün mevzileri tutmuş, 1000 yıl sürecek 28 Şubat uygulamaları gerici unsurları püskürtmüşken, sırası mıydı?

Üstelik, olabildiğince uyumlu bir Başbakan vardı...

Kimseyi üzmüyordu.

Hiçbir komutanını refüze etmiyordu.

İlaveten BÇG’yi meşrulaştırmış, “Biz daha iyisini yaparız” diyerek BTK adlı kardeş bir “irticayla mücadele örgütü” kurmuştu. Arkasına da 28 Şubat uygulamalarını göğsünde yumuşatıp “gollük pas” haline getiren Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i almıştı.

Ne lüzum vardı muhtıraya?

Biz, “sığ” ve “kıt” aklımızla böyle diyorduk, siyasetin masuniyetini savunuyorduk ama muhtıranın “alışkanlık”tan öte bir şeye işaret ettiğini göremiyorduk.

Devletin kırmızı çizgileriydi muhtıra.

İstiap haddini bildiriyordu.

Nerede durmamız gerektiğini söylüyordu.

Demokrasi çıtasını nereye kadar yükselteceğimizi hatırlatıyordu.

Mesut Yılmaz, evet, 28 Şubat’ın ürünü olarak Başbakanlık makamına kuruldu, Paşa’nın bir dediğini iki etmedi, Demirel’i hiç üzmedi, soygun sürecine göz yumdu ya da göz yummak zorunda bırakıldı ama daha da “cüretli” bir işe kalkıştı, “irticayla mücadele” hakkını askerin elinden aldı yahut almaya yeltendi...

Buna güç yetiremedi, yeterli direnci gösteremedi, zihniyeti el vermediği için partisini “etkili güçlerin” stepnesi olmaktan kurtaramadı, ayrı...

Sonucunu hep birlikte gördük.

Herkes Özal ve Erdoğan olamıyor.

Muhtıra bir göstergeydi de aynı zamanda. Muhtıra sayısına ve yoğunluğuna bakarak siyasetin nereye doğru evrildiğini görüyorduk. Kimin kaç kez muhtıra yediğine bakarak da hangi siyasi partinin sahih siyaset temellerinden yükseldiğini anlıyorduk.

Belki CHP bu yüzden siyasi bir parti değildi.

Belki bu yüzden sahici ve sahih olamıyordu.

Belki bu yüzden “gerçek muhalefet” yapamıyordu.

Belki bu yüzden bağımsız hiçbir seçimim kazanamamış ve bundan sonra da kazanamayacaktı.

Bu parti, çünkü, muhtıra verenlerin gücünü arkasına alarak siyaset alanında “ispatı vücut” etmeye çalıştı. Halkın taleplerini değil, devletin kırmızı çizgilerini gözetti. “Özgürlükleri” değil, “özgürlük kaybı” olarak dönen olağanüstü uygulamaları savundu.

Karaoğlan dönemini saymazsak, hiçbir muhtıraya, hiçbir tazyike, neredeyse hiçbir tekzibe muhatap olmadı...

Hep “sistemin uslu çocuğu” oldu.

İşbu uslu çocuk, üç gün önce, ilk muhtırasını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’dan yedi ve neye uğradığını şaşırdı.

İlk kez başına böyle bir şeyle geldiği için de, telaşla uygun bir muhatap arayışına girişti ve buldu:

Bu muhtıra, “başörtüsü sorununa çözüm arayan” iktidar partisine verilmişti.

Kemal Anadol, “Başsavcı haklı. Başsavcıya katılıyoruz” diyordu...

Başsavcıya katılıyorsun da, “Bu işi çözeriz” diyen sensin.

Bütün o İran modeli örtme biçimi, Sencer Moda Evi uygulamaları, Grup Başkanvekillerini seferber etme çabaları senin başının altından çıkıyor.

Bir gün de dik durun yahu!

Bir gün de, uyduruktan da olsa, “Yasama yetkisi parlamentonundur” diye bir demeç patlatın...

Ölür müsünüz!



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Kekeç Arşivi