Saygısız
Bayramdır, ilişmeyeyim, ağzının tadını bozmayayım dedim ve bu zamana kadar beklettim.
Sayın Zülfü Livaneli’den söz ediyorum.
Bundan sonra “Sayın” diyeceğim...
Korktum çünkü.
Hatırlarsanız, “Mesele Atatürk değil” diye bir yazı yazmış, “Türkiye’nin 60 yıldır karşıdevrimcilerin kontrolünde olduğunu” söyleyen Sayın Livaneli’nin bazı görüşlerine “ihtirazi kayıt” düşmüştüm.
Düşmez olaydım.
Zehir zemberek bir mail aldım kendisinden.
Hayır, mailin içeriğini açıklamayacağım. Büsbütün zor durumda kalmasını istemem. Her şeye rağmen, değer verdiğim bir “yazı ve müzik adamı”dır. Kendi ifadeleriyle de olsa, hırpalanmasına ve küçük düşmesine gönlüm razı gelmez.
Şu kadarını söyleyeyim:
Saygısız bir üslupla kaleme alınmış, “saygısızca” bir maildi.
Hangi duyguların etkisiyle kalkıştıysa, teklifsiz bir rahatlıkla “sen” diye hitap ediyordu ve muhatabına (yani bana) bir “din”in bağlayıcı kurallarını hatırlatıyordu... Sanki ortada sadece şahsımla kaim bir din varmış ve sözünü ettiği kurallar, kimliğinde “İslam” yazan Sayın Zülfü Livaneli’yi bağlamıyormuş gibi...
Hem şaşırdım, hem üzüldüm... Hem de normal karşıladım.
Şaşırdım...
Çünkü, düşmanlarının olanca “iğvasına” rağmen, Sayın Livaneli’de törpülenmemiş “insan” bir yan vardı ve “empati” duygusu yerli yerindeydi. Gerçi, menfur ve meş’um 28 Şubat sürecinde, Ankara’nın bilmem ne meydanında topladığı “Yiğidim, aslanım” korosuyla, zaten gadre uğramış yığınların yediği sopayı meşrulaştırmış, meşrulaştırılmasına katkıda bulunmuştu ama o kadarcık sapmayı sanatçı heyecanına verip bağışlamıştık.
Üzüldüm...
Çünkü, ilelebet “saygın bir müzik adamı” olarak kalacak Sayın Livaneli’nin, kapalı devre yazışma yoluyla da olsa, kendisini bu duruma düşürmesi üzücüydü.
Normal karşıladım...
Çünkü Sayın Livaneli, sevilmeye doymayan bir sanatçımız... Bazı konularda fazla tamahkâr... Hep onaylanmak ve takdir edilmek istiyor. Filmini (“Veda”yı) beğenmeyenleri canlı yayında haşlamıştı... Bir bestesinin reklam cıngılı olarak kullanılmasını eleştirenlere, yine canlı yayında, “Mal benim değil mi? Sen de üret, sen de sat it oğlu it!” diye şarlamıştı. Bu nedenle, tahkir edici ifadelerle süslediği mailini normal karşıladım. Daha beteri de olabilirdi.
Bir itirazı var:
Hiçbir kitabının kapağında, “Livanelli” yazmıyormuş.
Mailindeki tek kayda değer itiraz da bu.
Haltetmiş, büyük Türk sanatçısı Livaneli’nin, neden yabancı dile çevrilen kitaplarının kapağına İtalyanlar gibi “Livanelli” yazdırdığını sormuştum...
Düzeltiyorum.
Dolayısıyla, kendisinden ve “sevenlerinden” özür diliyorum.
Kitaplarında değil ama yurtdışında yayımlanan bazı albümlerinin kapağında, tıpkı İtalyanlar gibi “Livanelli” yazıyor. Tabii, bunun Sayın Livaneli’nin yönlendirmesiyle ilgisi olduğunu düşünmüyorum...
İlgisi varsa da var...
Kendi malı değil mi? Kendisi üretiyor, kendisi satıyor.
Bize ne! Size ne! Kime ne!
Fakat, Sayın Livaneli’nin de bir özür borcu var.
Bir zamanlar, kendisini Ravel’den, Haçaturyan’dan üstün tuttuğumu söylemiş, “Nobel almış pek çok yazardan daha yetenekli bir yazardır” demiştim. Pek hoşlanmıştı.
Hoşuna gitmeyen durumlarda ağzını ve ahlakını bozuyormuş.
Hayır, özrünü açık kanallara dökmesi gerekmez.
Bana bir faydası yok.
Hiç değilse, kendi imajını tamire yönelik bir jest yapmalı...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.