Gazetecilik mesleğinin bitmeyen dramatik ikilemi...
Dramatik ikilemler yaşamak bizim mesleğin kaderinde yazılı.
Örneğin her türlü kötülüğe yatkın bir meslektaşınız var...
Sade sizin hakkınızda değil, tanıdık tanımadık sayısız meslektaşı ve hemen herkes hakkında kötü niyetli ve asılsız yayınlar yapmış.
Mesleğin temel ilkesi olarak "Tetikçilik" i seçmiş.
Ve bir gün bu kişi neler olduklarını sizin bilmediğiniz suçlamalar dolayısıyla önce emniyete sonra da adliyeye alınıyor.
İşte "Dramatik ikilem" dediğim olgu o anda sizi de çarpıyor.
Bir yanda o kişiye karşı duyduğunuz birikmiş öfkeler bulunmakta...
Bir yanda da "Acaba basın özgürlüğü tehlikede mi" kuşkusu içinizi kemiriyor.
Başka mesleklerde bu tür ikilemler yaşanır mı bilemiyorum.
Örneğin bir general darbeciliğe karıştığı iddiaları ile tutuklanırsa diğer generaller, "Acaba darbe yapma özgürlüğü mü tehlikede" diye kuşkulanırlar mı?
Ya da bir kamu görevlisi rüşvet aldığı iddiaları ile yargı önüne götürüldüğünde acaba diğer kamu görevlileri "Bundan sonra rahat rahat rüşvet alamayacak mıyız" endişesine mi düşerler?
Ama gazeteci olduğunuzda ve yaptıklarını hiç beğenmediğiniz bir meslektaşınız emniyet-adliye sarmalına düştüğünde "Acaba basın özgürlüğü tehdit altında mı" kuşkusundan giderek olayı sorgulamanız kaçınılmaz bir gerektir.
Türk gazetecileri olarak bu ikilemi çeşitli dönemlerde defalarca yaşamadık mı?
Basın özgürlüğü tehlikede mi?
Tutuklanan, susturulan ve daha ötesi öldürülen gazetecilerin başlarına gelenleri doğal karşılayan meslektaşları da görmedik mi?
Hedef gösterilen gazetecilerin çalıştığı gazeteler bile "Andıç"ları manşetlerden yayınlamadılar mı?
Durum tabii ki musalla taşındaki mevtayı değerlendirmekten çok farklı bir olaydır.
İmam cemaate "Merhumu nasıl bilirdiniz" diye sorunca kişisel hesaplarınızı bir yana itip
"İyi biliriz" dersiniz. Daha da ötesi hakkınızı helal de edersiniz.
Ama polis ve adliye sarmalındaki meslektaşınız yaşamaktadır ve "Basın özgürlüğü" kavramını değerlendirirken onun size göre çarpık olan mesleki uygulamalarını ve kişiliğini unutmanız gerekmektedir.
Onun darbeciliğin uzantısı olan bir "Etki ajanı" olduğunu düşünseniz bile bunu unutmanız şarttır.
Bizim mesleğe özgü bu ikilemi belki bir avcı fıkrası ile daha iyi anlayabiliriz.
Bu fıkradaki 40 tane avcı avlanmak için ormanda kamp kurarlar.
40 avcının öyküsü
Masraf olmasın diye de bir aşçı getirmezler yanlarında.
"Her gün birimiz aşçılık yapsın. Onun yaptığı yemekten şikâyet eden ertesi gün aşçı olsun. Bu süreç bu şekilde 40 gün devam etsin ve böylece 40'ımız da birer gün aşçılık yapmış olalım" diye anlaşırlar aralarında.
Kurada kaybeden avcı ilk gün kampta kalıp yemekleri hazırlarken diğer avcılar da ormanda avlanıp, eğlenirler.
Akşam kampta sofraya gelen yemeklerden hiçbiri şikâyetçi olmaz.
Kurada kaybeden aşçı ertesi gün berbat bir yemek hazırlar. Ama akşam yine kimse şikâyet etmez.
Talihsiz ve öfkeli avcı-aşçı üçüncü gün yemek kazanına kampın lağım fıçısını boşaltır... Bu iğrenç alaşımı kaynatır ve akşam yemeğinde avdan dönen arkadaşlarının tabaklarına taksim eder bunları.
Tabağına ilk kaşık atan avcı kokuyu alıp "Ama bu yemek değil pislik" diye bağırır.
Aşçılıktan kurtulmayı bekleyen avcı bu tepkiyi gösterene "Şikâyet ettin, bundan sonra sen aşçı olacaksın" diye seslenince, "Ama bu yemek değil pislik" diye bağıran avcı cümlesini "Ama bu pislik de nefis olmuş" diyerek tamamlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.