Ahmet Kekeç

Ahmet Kekeç

Senin dağda ne işin var? Otur oturduğun yerde!

Senin dağda ne işin var? Otur oturduğun yerde!

Dünya gözüyle iki şey gördük: Birincisi, “bürokrasi” ve “kırtasiye” bu ülkenin başına daha çok işler açacak.

İkincisi...

İkincisini yazının sonuna sakladım.

Rahmetli Özal, neredeyse her cümlesinin içine, “bürokrasi” ve “kırtasiye” sözcüklerini sıkıştırırdı da, uzaydan gelmiş muamelesi yapardık adamcağıza.

Bir de cirmimize bakmadan dalgamızı geçerdik: “Papatya Semra’nın kocası. Ne olacak...”

Papatya Semra’nın kocası, o ağır, hantal, arkaik, “bürokratik mevzuata” boğulmuş devlet yapısını değiştirmek için çok uğraştı ama başaramadı.

Engellediler...

Engelleyenlerin de gadrine uğradı. Öldü mü, öldürüldü mü, hâlâ muammadır.

Kamuoyunun fikri “öldürüldüğü” yönünde...

Bu değişmez...

Hangi “ultra hekim raporu” getirilirse getirilsin, hangi ikna edici argüman öne sürülürse sürülsün, bu değişmeyecektir.

Sözü uzattığımın farkındayım ama Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu anmanın tam da sırasıdır.
Koca romancı, zoraki diplomatlığını taçlandırdığı “Zoraki Diplomat” adlı anılar kitabında, devlet memurluğunu “kırtasiye ve sıkıcı bir hayat” olarak değerlendiriyor...

Kırtasiyeye boğulmuş, özellikle boğdurulmuş bir memurun (bir diplomatın) niçin verimli olamayacağını, kamusal yükümlülüğünü niçin yerine getiremeyeceğini ve niçin giderek “devlete zararlı bir unsur” haline geleceğini anlatıyor tatlı tatlı. Daha doğrusu, acı acı...

Bu köşeden aldığınız tüyolarla Kemal Tahir, Oğuz Atay, Salinger filan okuyorsunuz ama YKK’ya bakmanızda da yarar var... “İçeri”den bakan ve yeni rejime koz kondurmayan biri olarak YKK, bürokratik totaliterliğin ipliğini pazara çıkarıyor, darbelerle CHP arasındaki “şaşmaz bağlantıya” dikkat çekiyor ve “rejimin işgüzar muhafızlarını” (halaskâran kesimi) itin bilmem neresine sokuyor.

Üslubu da sağlamdır.

Bırakın bazı korkunç ablaların “nevrotik” sayıklamalarını, “Muz Sesleri”ni, “Gece Sesleri”ni filan, YKK okuyun. Dua edeceksiniz.

Konu şu:

İki gün boyunca ülkeyi
savaş alanına çeviren hadisenin altında, birtakım bürokratik bir ihmaller yatıyormuş...

Bağımsız adayların memnu haklarını iade kararı zamanında YSK’nın eline geçmemiş de... Ceza almış bazı adaylar hakkındaki “hükmün geriye bırakılması kararı” ilgili kurullara ulaşmamış da... Bilmem ne mahkemesinden alınan “seçilmenize mani bir durum yoktur” sözü, yazılı belge olarak ibraz edilmemiş de... Soğuk Savaş’ın bittiği, duvarların yıkıldığı, eski TCK’daki 141 ve 142. maddelerin yürürlükten kaldırıldığı bilgisi “yazılı olarak” yetkili şahısların masasında değilmiş de... Falan filan.

İki günlük siyasi ve psikolojik hasarın nedeni buymuş...

Dünya gözüyle gördüğümüz ve “şaşırmadığımız” ikinci olay da şu:

Bağımsız adaylara ilişkin veto kararını fırsat bilerek aba altından “terör sopası” gösteren ve çaktırmadan “dağdaki mücadelenin meşruiyetini” savunan BDP Eşbaşkanı, Cumhurbaşkanı Gül’ün davetini reddetmiş.

Memnu hakların iade edilmesi, krizin sona ermesi bu arkadaşları kesmiyor.

Kürt meselesinin çözümünü “siyaset kurumunun” elinden alacak ne kadar provokasyon varsa, balıklama atlıyorlar.

Ne kadar çok gerginlik olursa, o kadar iyi...

Ne kadar çok kan dökülürse, o kadar iyi...

Hem yanlış yapıyorlar, hem çok ayıp ediyorlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Kekeç Arşivi