Taşlar yerine oturunca Kenan da sorguya çekilir
Önceki gün Kenan Bey sorguya çekildi, Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hüseyin Görüşen tarafından. Savcı 12 soru sormuş 12 Eylül’le ilgili ve 12 yanıt almış.
Nasıl oldu da kendini devlet başkanı ilan eden Kenan Bey sorguya çekilebildi? Çünkü güven var devlete. Çünkü istikrar var ülkede. Çünkü demokrasi vesayet altından çıkıyor Türkiye’de. Ve de Başbakanın dediği gibi taşlar yerine oturuyor! Anayasa referandumuna “hayır” diye bağırmaktan sesi kısılanlar, şimdi, az biraz da olsa utanmışlar mıdır acaba, diye sorar gibi olduğunu görüyorum. Yok be canım kardeşim! Ar damarı gerek utanmak için! O da yok zaten!
Kenan Bey, hala 12 Eylül darbesini, göğsünü gere gere savunuyor. Unutmuş mudur 11 Eylül 1980’de, on dokuz ilde sıkı yönetim olduğunu? Sıkı Yönetim Mahkemeleri’nin her türlü yetkiyle donatıldığını? “Ülkenin felç olmasını” kimlerin sağladığını bilmiyor mudur acaba?
Bu darbe için gerekçelerin en sonuncusu olarak gösterilen 6 Eylül Kudüs Mitingi ya da 6 Eylül Konya Olayları sırasında bir avuç kendini bilmez serserinin yaptıklarının “bardağı taşıran son damla olmasını” sağlamak amacıyla nasıl tezgahlandığını, on yıl sonra, o günlerin belediye başkanı Mehmet Keçeciler bir bir anlatmıştı Günaydın Gazetesi’ne. Tekzip etmemişti ne Kenan Bey ne de arkadaşları.
Savcı “pişman mısınız?” diye sormuş, 7. cumhurbaşkanı değil Cemal Gürsel’den sonraki 2. devlet başkanı Kenan Bey’e. Yanıtının ne olduğunu biliyorsun tabi. Herkes vurulmuş, halk katledilmiş, devlet adamları suikastlere kurban gitmiş, bir amiral öldürülmüş 11 Eylül’e kadar yıllarca. Ama 12 Eylül’de bıçakla kesilmiş bu ölümler.
Sadece bu gelişme bile kafanda bir soru işareti yaratmıyor mu? Kenan Bey’in sorguya çekilmesi, seçim sandığının silahtan çok ama çok daha güçlü olduğunun somut bir göstergesi, somut bir kanıtıdır.
Kanuni ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir’ demiş
Ziya Paşa’nın 19. yüzyılda yazdığı “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir...” sözünün 16. yüzyılda ölen Kanuni’ye söyletmenin yanlış olduğunu belirttiğimde, bunun doğru olabileceğini yazdı geçen gün sevgili Mehmet Barlas. Çünkü bu sevgili Meral Okay’ın gerçeğiydi. Yanılmıyorsam bunu yazarken de rahmetli Kemal Tahir’in “roman gerçeği başka şey, yaşam gerçeği başka” tezine dayanıyor az biraz. Kemal Tahir de, örneğin Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu, Yol Ayırımı hatta Bozkırdaki Çekirdek romanlarında tarihsel yorumlarını, belki de bunları hiçbir zaman düşünmemiş olan Halil Paşa, Bekir Sami Bey, Kara Kemal Bey’in ağzından anlatmış okuruna. Ama, Sultan Murat’ın oğlu Mehmet’e yazdığı nameyi, örneğin Atatürk’e yazdırmak aklına bile gelmemişti, Kemal Tahir’in. Yani herkesi yazarını, çizerini bildiği bir lafı, bir yorumu, bir sözü kalkıp da, iki yüz yıl önce ölmüş bir kişiye söyletirseniz, bu, roman gerçeği tanımlamasına sığmaz. Kalkıp da “Ben İstanbul’u aldığımda seksen yaşımdaydım. Koca Mimar Sinan’a yeni hipodrumu yapmasını söylediğimdeyse seksen beşime yeni basmıştım!” dedirtirsen Kenan Evren’e ya da Sadettin Kaynak’ın “hicran-ı elem” bestesine, Teoman’ın en güzel bestesidir dersen bu kimsenin gerçeği olmaz, Recep İvedik güldürüsü olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.