Siyaset bir "kendin pişir kendin ye" lokantası değildir
Dünyalı olmak ne kadar zormuş meğer. "Tam bağımsızlık" sakızını yıllarca hiç sorgulamadan çiğnediğimiz için yeni yeni farkına vardığımız "Karşılıklı bağımlılık" gerçeğine uyum göstermekte zorluklar yaşıyoruz.
Türkiye'nin her önemli sorununun aynı zamanda uluslararası birer sorun olduğunu hep görmezden geldik.
Örneğin Kürtler Irak sınırını geçince var olan bir gerçektiler.
Bizim tarafta ise böyle bir olgu yoktu sanki.
Filistin meselesini uluslararası bir sorun olarak görebilirken, Kürt meselesini milli bir sorun olarak bu şekilde algılamadık mı?
Ya da Merkez Bankası'ndaki bürokratların doların, sterlinin, frankın değerini belirleyebileceklerini zannetmedik mi 1980'lere kadar?
Kutsal metin konumunda her 24 Temmuz'da andığımız "Lozan"ın imzalanışından bugüne geçirdiği değişiklikleri de pek düşünmedik.
Sanki Lozan Türkiye'nin tek taraflı olarak hazırlayıp, dünyaya empoze ettiği bir metindi.
Lozan eskisi gibi mi?
Kıbrıs Lozan'da İngilizlerindi, 12 Adalar İtalyanlarındı, Hatay bizim değildi, Boğazlar'daki egemenliğimiz sınırlıydı...
Türk halkı Türkler'den ve Müslüman olmayan azınlıklardan oluşmuştu.
1'inci Dünya Savaşı'nda yenik tarafta bulunan tüm imparatorlukların Osmanlı İmparatorluğu gibi parçalandıklarını ve toprakları üzerinde cumhuriyetler kurulduğunu pek düşünmedik.
Çok dinli, çok milletli, çok dilli bir imparatorluğun mirasçılarının "Biz ulusal devletiz" dedikleri zaman bunun mümkün olabileceğini zannettik.
2'nci Dünya Savaşı'nı da bizim içinde bulunmadığımız dünyanın bir maçıymış gibi tribünden izledik.
Kendin pişir kendin ye mi?
Soğuk Savaş'ta da siyasetin "Kendin pişir kendin ye" modeli bir iç mesele olarak kalabileceğini sandık...
Avrupalılar Ortak Pazar'ı kurarlarken biz askeri darbeler yapmayı, başbakanları, bakanları asmayı bir iç mesele gibi görmüyor muyduk?
Soğuk Savaş'ın bittiğini de galiba eski Demir Perde ülkeleri Avrupa Birliği üyesi oldukları zaman anlamaya başladık.
Bizim Kıbrıs'a 1974 askeri müdahalemiz sonunda Yunanistan'a demokrasi geldi ama 1980'de bizde yine askeri dönem başlamıştı.
24 Şubat 1980 kararları ile başlayan "Serbest Pazar Ekonomisi"nin büyük devletlerin "Guadalup Zirvesi" kararları ile bağlantısını pek düşünmedik... Özal'ın Türkiye'yi dünya rekabetine açmasını da bir iç mesele olarak gördük.
Sovyet İmparatorluğu'nun çöküşü ertesinde komşularımızdaki alt kimliklerin üst kimliklere dönüşmesi de, sanki bizim coğrafyamızı hiç etkilemeyecek dış dünyadaki gelişmelerdi.
Hepsi askeri meseleydi
Bizim cuntacılar saçma sapan darbe projeleri üzerinde çeşitlemeler yaparlarken, Kıbrıslı Rumların nasıl bizden önce Avrupa Birliği üyesi olabildiklerini hiç düşünmüyorlardı.
"Kendin pişir kendin ye" siyasetine göre "Kürt Sorunu" da, "Kıbrıs Krizi" de, "Irak'taki bunalım" da sadece bizim irademize bağımlı birer "Askeri mesele" değil miydi?
Buna karşı silah alımları aksamadığı, asker ve sivil bürokratların maaşları aksamadan ödendiği, sosyal tesisler çalıştırılabildiği sürece ekonomi sivillerin meselesiydi.
Bu dönemde de aynı uyur-gezer konumumuzu sürdürürsek ve "Ankara ne derse o olur" demeye devam edersek, rüyalar yerine kâbuslarla dolu geçer gecelerimiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.