Millet-ordu ilişkisinin yeni formatı
Ülke ordusuz olmaz. İnsan nasıl evi için güvenlik tedbiri alırsa, toplumlar da güvenlik tedbiri alırlar.
Üstelik toplumlar, güvenliklerini emanet ettikleri yapının güçlü, üzerine yüklenen sorumluluğu bihakkın yerine getirebilecek vasıfta olmasını da isterler. Bunun için ona yeterli silahı, araç gereci verirler.
Ama hiçbir toplum, güvenliğini emanet ettiği kişi veya topluluğun, kendisi hakkında son sözü söylemesini, ülke için iyi veya kötü olanı tayin etmesini, zaman zaman silahını kullanıp, memlekete yön vermesini, durup dururken güvenlik değerlendirmesi yapıp, ülke yönetimine el koymasını, sistemi bütünüyle yeniden düzenlemesini kabul etmez.
Bizde yanlış işleyen şey bu idi.
Belirleyici olan irade millet iradesi değil, Silahlı Kuvvetler iradesi idi.
Hoş anayasal kural öyle demiyordu. Söze gelince asker de öyle demiyordu. "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi. Ordu milletin hizmetinde idi." Ama fiiliyata geldiğinizde, memleketi asker kurtarmıştı, dolayısıyla askerin özel bir konumu vardı. Memlekette olan biteni takip etmek, tehlikeleri görmek, bu tehlikelerin halktan gelme ihtimalini gözden uzak tutmamak, dolayısıyla, halkın seçtiklerinin ihanet edebileceği ihtimalini de dikkate alarak tetikte bulunmak, sonunda halka karşı da "Cumhuriyeti korumak ve kollamak" onun üstüne vazife idi.
Ordu, bu vazife şuuruyla "durumdan vazife çıkarma", dolayısıyla, memleketi tehlikede gördüğü an harekete geçme inisiyatifine sahipti.
Bu inisiyatifle memleketi gözetleme hakkına sahipti.
Gözetlemek, iyi ve kötünün ne olduğunu tayin etmek hakkına sahipti.
"İyi ve kötü"yü tayin ederken, millet iradesini bile tasnif etme hakkına sahipti.
Milletin seçtiği hükümetlerin üzerine "irtica" damgası vurma, cumhurbaşkanlarını istiskal etme hakkına sahipti.
Böylece, toplumların kendilerini savunmak için oluşturdukları güvenlik birimi, bizde toplumun iradesini bile denetleyecek bir konum edinmişti.
Bu böyle devam edemezdi.
Hem demokrasi deyip halk iradesine başvurmak hem de halkın seçtiklerinin silahlı güç tarafından tedip edilmesi, bir arada yürümezdi.
Dile kolay, 61 yıldır sürmüş gelmiş bu garip yapı.
Daha üç beş yıl önce, gece yarısı, asker adına bir kişi çıkıyor ve "Memleket yanlış yönetiliyor" diye bildiri yayınlıyor.
Genelkurmay oturuyor, sorumlu olduğu hükümeti yıpratmak için internette kampanya düzenliyor.
Şu söz 12 Mart 1971'de, verilen muhtıra üzerine, şapkasını alıp Başbakanlığı terk eden Demirel'e aittir:
"1960'tan sonra başbakanlar, odalarında hep bir darağacı gölgesi gördüler!"
Niye, çünkü asker başbakan astı.
Düşünün bir: Evin babası, maaşını ödediği güvenlik görevlisinin elindeki silahı kendisine yönelteceğinden korkuyor.
Olur mu bu?
İşin normali elbette bu değildir.
İş yanlış kurulmuş:
"Seni ben kurtardım, bundan sonra bütün zamanlarda senin hakkında gerekli kararı ben veririm" gibi bir anlayış hüküm sürmüş.
Kurtaran ve kurtarılanın bizzat milletin kendisi olduğu, insan unsurunun da, maddi unsurun da millet kaynaklı olduğu, kurtarmada öncü rolü oynayan her kim ise, onun da milletin çocuğu olduğu ana fikri zedelenmiş.
Türkiye, on yıllardır bu yanlış formatı düzeltmeye uğraşıyor.
Evet, başbakan ve bakanlar hayatlarını kaybetmişler.
Kaç Meclis dağıtılmış, kaç hükümet devrilmiş, kaç insanın canı yanmış...
Yıl 2011. Milletle asker arasındaki ilişki hâlâ gerçek anlamda "güvenlik gücü" rotasına oturmuş değildir. İstifalar, sızlanışlar, öfkeler hâlâ devam eden, normali hazmetme sancısıdır.
Ama bitecek bu iş. Bitmeli.
"Askeri vesayet" denen şey, tam bir format bozukluğudur. Millete hakarettir. Askerin misyon kaybıdır. Askeri de yıpratan olgudur.
Millete güçlü ordu lazımdır, evet. Ama o, millete hizmet edecek, hükmetmeyecektir. Onun da kriteri, millet iradesine saygıdır.
Türkiye, o günlere doğru ilerliyor. Bundan asker dahil herkes kazançlı çıkacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.