İyi ki Japon değiliz
Boş gözlerle televizyona bakıyorum. Yıkılmış bir kent... Umutsuzca, enkaz altındakileri çıkarmaya uğraşan “afetzedeler...” Kızılay araçları... Deprem bölgesine canlı bağlantı... Mikrofona konuşan yetkililer... Yetkililer konuşurken kadraja girmek için kafa çıkaran “yancılar...” Depremin büyüklüğüne ilişkin spekülatif açıklamalar...
Dün gece, geç saatlere kadar, “deprem uzmanlarını” dinledim.
Küçük bir deja vu:
İnsanda, “Ben bu anı daha önce yaşamıştım” duygusu uyandıran açıklamalar... Aynı galat, aynı şablon, aynı sözcükler. Hatta, aynı “tanıdık simalar...”
Hep de hazırlıksız yakalanırız.
Bizim kadar depreme hazırlıksız yakalanan ikinci bir ülke yok.
Deprem, ülkemizin bir gerçeğidir. Bununla yaşamaya alışmalıyızdır.
Depremden değil, yapılarımızdan korkmalıyızdır. Evlerimiz, yine çürük inşa edilmiştir.
Denetim yine yetersizdir.
Kirişler yine kesilip “dükkân” yapılmıştır.
Depremde yıkılmayan yerlerin altı mutlaka kayadır...
Müteahhitler inşaatta deniz kumu (son afette de herhalde Van gölü kumu) kullanmıştır.
Deprem, aslında bir enerji boşalmasıdır.
Bu depremde açığa çıkan enerji Hiroşima’ya atılan atom bombasının bilmem kaç katıdır.
Deprem baba demiştir ki (‘yılın en seksi erkeği’ seçilmişti üstelik), “her altı ya da yedi yılda bir ülkemiz yedi ve üzeri büyüklükte bir depremle sarsılacaktır” hazırlıklı olmalıyızdır.
Deprem uzmanlarını dinlerken, bir taraftan da İstanbul’la ilgili “olası” tahminlere kulak kabartırız. Acaba İstanbul için de “kötü bir haber” var mıdır?
Kendi akıbetimizden korkarız...
İstanbul’un çok yakında yer ile yeksan olacağını söyleyen Ahmet Ercan’ı bu yüzden sevmeyiz...
İsteriz ki, hep, “Ne depremi, ne İstanbul’u kardeşim; güldürmeyin adamı... Büyük bir deprem kolay kolay İstanbul’a uğramaz” diyen Şener Üşümezsoy konuşsun.
Deja vu durumları, gazete okurken de karşımıza çıkar.
Mesela, bol bol “mucize kurtuluş” haberleri okuruz.
Manşetler, depremin büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre ayarlanmıştır; hangi ölçekte yıkıldığımızı, depremin şiddeti belirler.
Her konuda söz söyleme ehliyetine sahip yazarlarımız (fakir de onlardan biridir), hemen depremsellikle “gelişmemişlik” arasında bir bağ kurar:
Japonya’da yahut California’da bu büyüklükte bir deprem bir tek can bile almazken, “geri bıraktırılmış ve bir tarım ülkesi olan” Türkiye’de küçücük bir deprem neden binlerle ifade edilen kayıplara yol açmaktadır?
Neden?
Bir sürü laf edilir ve sonunda iş “gelişmemişliğimize” bağlanır.
Doğrudur da...
Fakat, depremsellikle gelişmemişlik arasında bağ kuran yazarlarımız, bu gelişmemişlik içinde sergilediğimiz “yardımlaşmayı”, insanda “İyi ki Japon değiliz, iyi ki California’da yaşamıyoruz” duygusu uyandıran yüksek dayanışma ruhunu nasıl açıklayacak?
Gururla belirtmeliyim ki, Van’daki yıkıcı afet, insanımızı göz yaşartıcı bir dayanışma ve yardımlaşma seferberliğine soktu.
Bundan memnunuz...
İlk günün şaşkınlığını atan devletin kurduğu sağlam organizasyondan da memnunuz...
Canımızı sıkan tek şey, kanserli hücre gibi sosyal medyayı sarmış birtakım “vicdansızların” yaptığı deprem yorumları...
Diyorlar ki, “Van, teröre destek verdiği için yıkıldı...”
Deprem ne ki!
Bu “kafa”nın yanında deprem ne ki!
Bundan daha “yıkıcı” bir “afet” olabilir mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.