Yargının görevi sorun üretmek mi?
Her şeye muhalefet edenler (AB’ye, demokratikleşmeye, uzlaşmaya, özgürlüklere, hukuk devletine, serbest piyasa ekonomisine, köprüye, baraja, otoyola, limana, her şeye...) Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde TBMM’ye kontenjan tanınmasına da muhalefet ediyorlar.
Ne beklenirdi ki?
İdeolojik asabiyyetle kalkışan Ahmet Necdet Sezer, ‘Solda Katılım Partisi’ Genel Başkanı Serruh Kaleli’yi ‘üye’ olarak atayabiliyor, ama ‘irade-i milliye’nin tecelli ettiği kurum olan TBMM ‘çeyrek üye’ bile atayamıyor.
Dikkatinizi çekerim; kurtuluş savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyet’i kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçen Meclis’ten söz ediyorum.
TBMM’ye kontenjan tanınmasına karşı çıkanlar (CHP ve bürokratik elit), Anayasa Mahkemesi’nin ‘bağımsız’ bir kuruluş olduğunu, birincil karakteri bağımsızlık olan kuruluşlara siyaset(çi) müdahalesinin yargıyı, özelde Anayasa Mahkemesi’ni siyasallaştıracağını öne sürüyorlardı.
Görünüşte doğru ve haklı bir gerekçe...
Bakalım öyle mi?
Anayasa yargısı organları, ‘mahkeme’ biçiminde örgütlenmişlerdir ama, bildiğimiz anlamda mahkeme değillerdir. Bu kurumlar, devlet tahakkümünü sınırlamanın meşru araçlarıdır; yani kazanılmış hakları ve hukuk devleti güvencelerini devletin (ve kimi zaman çoğunluk iktidarının) muhtemel tecavüzlerinden korurlar; korumaları gerekir.
Demek ki, Anayasa Mahkemesi, yapısı ve işlevi gereği basbayağı ‘politik’ bir
kurummuş.
Peki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının ‘hukuk devleti güvenceleri’ karşısındaki pozisyonu nedir?
Tartışmamız gereken asıl konu bu bence.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bizdeki gibi, olağanüstü yetkilerle donatılmış ve kafasına göre kural ihdas eden yargı kurumlarına rastlayamazsınız.
Nerden bakarsanız bakın, karşımızda, kuruluşuyla, varlığıyla, kimilerine göre aldığı stratejik ve politik kararlarla (parti kapatma davalarını, 367’yi, anayasa değişikliğinin esastan görüşülmesini buna örnek gösterebiliriz) spekülatif ve bazen de ‘sorun üreten’ bir kurum var.
Mustafa Erdoğan hocamın da belirttiği gibi, Türkiye’de hukuk fikri/nosyonu yeterli olmadığı, hukukun ‘haklar’la olan bağlantısı unutulduğu ya da yok sayıldığı için, Anayasa Mahkemesi, ‘hukuk devleti güvenceleri’ni hiçe saymak pahasına, kendisinde ‘kural ihdas etme hakkı’ görebilmektedir.
Mesela, bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı (Ahmet Necdet Sezer) öncelikle ‘haklar’la ilgili olması gereken başörtüsü meselesinin, Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarına göre çözüme kavuştuğunu söylüyordu.
Bu konuda artık düzenleme yapılamazmış.
Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin kararları yerine göre ‘dogma’ hüviyeti de taşıyabiliyormuş.
Bir şeyin (üstelik hukuk devleti güvenceleri kapsamında olması gereken bir şeyin) Anayasa’yla bağdaşıp bağdaşmadığını belirleyecek olan Anayasa Mahkemesi’nin ‘değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kuralları mıdır?
Bir anayasa yargısı organı, kendisini ‘yasama organı’ yerine koyup kural ihdas edebilir mi? Bu kuralı ‘yerleşik’leştirebilir mi?
Nasıl bir hukuk mantığıdır bu?
Demek ki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının hukuk devleti güvenceleri karşısındaki pozisyonu hiç de iç açıcı değilmiş...
Peki, TBMM’nin seçim sürecine dahil edilmesi bu sorunu çözer mi?
İşin ‘halk iradesi’ boyutunu tartışmayı zül addediyorum.
Elbette üye seçiminde TBMM’ye de kontenjan tanınmalıdır...
Hemen. Şimdi. Hiç vakit geçirmeden!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.