O yazar, o roman, o yaz...
1984 yazında en iyi arkadaşlarım Justine ve Balthazar'dı.
Gümüşlük'teydik.
Zıpkınla vurulup bırakılmış müren balıklarını ve üzerinde Yunanca yazılar bulunan naylon torbaları sahile yığan kuvvetli fırtınalarla başlamıştı yaz.
Ardından günler ısındı, hava yumuşadı, deniz süt liman oldu.
Dağ tarafından gelen kekik ve adaçayı kokuları sardı her yanı.
Şimdiki gibi değildi Gümüşlük yalısı. Birkaç lokanta, birkaç pansiyon. O kadar!
Bir de bizler vardık...
Yani azıcık parası, genç ve ateşli tenleri, zihinlerinde uçuşup duran yeni fikirleriyle okur, yazar tayfası.
Yeni tanışmıştım Justine ve Balthazar'la.
Kavun iskelesi denen ve küçük koyun durgun sularına doğru uzanan yıkık dökük betonun üzerinde buluşurdum onlarla.
Bazen de minicik kumsalı gölgeleyen iğde ağacının altında.
İkisi de roman kahramanlarıydı. Lawrence Durrell'ın "İskenderiye Dörtlüsü" adlı dört ciltlik romanının ilk iki cildine adını veren kahramanları.
Öyle bağlanmıştım ki, Durrell'ın dünyasına...
"Su çok güzel, gelsene!" çağrılarını işitmez olmuştum.
***
"Justine nereden, kimden gelirse gelsin her sevgiye açıktı; hepsini cevaplayabiliyordu. Çok kolay kandırılabiliyordu. Böylesine bir 'veriş' çok etkileyicidir. Sıradan bir Arap kadar sadeydi. Olgunluk umurunda değildi. Biz Avrupalıların parçalanmış ruhunda aşk kavramı oluşmadan çok önce doğmuştu sanki! Zaten bizi bütün yaratıkların en incineni, asla doymayan açlıkların tutsağı kılan aşk bilgisi (ya da yalanı) nedir ki! Yapmacık bir edebiyatı onunla besledik. Oysa aşkın asıl yürürlük alanı dindir."
Bu satırlar o günlerden birinde zihnime kazınmış, bir daha çıkmamıştı.
Sisifos Pansiyon'un duvarına sırtımı dayayıp saatlerce ufuk çizgisine baktığımı da itiraf etmeliyim.
Mısır'ın entrikalar, aşklar, dostluklar dünyasından kaçıp bir Ege adasına sığınan Darley gibi...
İskenderiye'den gelip İzmir'e gidecek posta gemisinin haftada bir kez hep aynı saatte, aynı hızla burnu dönmesini ve arkasında ipekten köpükler bırakarak koya girmesini beklerdim.
Kurguyla gerçeği birbirine karıştırır mı, olmuştum ne! "İskenderiye Dörtlüsü"nün "içinde" yaşıyordum çünkü.
***
Sonra yıllar geçti ve romanın üzerimdeki etkisi yavaş yavaş sararıp soldu.
Sevdiğim bütün kadınlarda Justine'in, Melissa'nın, Clea'nın izlerini aradığım günler sona erdi.
Şimdi dünyanın önde gelen edebiyat çevrelerinde Lawrence Durrell'ın doğumunun yüzüncü yılı kutlanıyor.
Dün bununla ilgili küçük bir haber okuyunca, ruhum o güzel 1984 yazına kanatlanıverdi.
Peki o yazdan sonra ne olmuştu, diye soracak olursanız...
Yine Durrell'ın sözleriyle anlatayım: "Önceden kestirilemeyecek bir geleceğe doğru kayar gibi ilerledik!"
Hem malum, her yazın ardından sarı bir sonbahar ve alabildiğine gri bir kış gelmez mi!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.