Benim kalemim, benim gündemim
Bugünlerde "dışarısıyla" ilgiliyim ya, aklıma Balkan Paktı takıldı. Gündemde böyle bir konu yok... "Quel" alaka?
(Ne hikmetse Türk basın mensupları alaka kelimesinin "dişi" olduğuna karar vermişlerdir, "quelle" yazarlar. Kelime Fransızca olmadığı için birini ya da ötekini seçmenin hiçbir anlamı yoktur. Öte yandan, bazı Türk basın mensupları da bunun "saçı dökülmüş, tepesi açılmış alaka" olduğunu sanırlar!)
Bu bir protesto... Benim kalemim, benim gündemim... Hadi bakalım! Şimdi çok moda... Takımdan ayrı düz koşu yapıyorum.
Çünkü kürtaj konusundan da bıktım, operaya mescit tartışmasından da, Kürt sorunundan da, hükümete kazan kaldıran üniversite hocalarından da.
Balkan Paktı (siyasal bilimler literatüründe "antantı" diye de geçer), 1934 yılında kuruldu. Atatürk'ün büyük bir dış politika zaferi olarak öğretilir.
Hariciye vekili Tevfik Rüştü Bey, her zaman olduğu gibi olayda "aksesuardır", bütün önemli kararlar büyük önder tarafından alınmaktadır.
Buna göre, Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya "birbirlerinin varlığına ve sınırlarına saygı göstereceklerdi"...
Bulgaristan ve Arnavutluk katılmadılar ama "eksikli anlaşma" büyük bir başarı olarak kabul edildi.
Ne Romanya'nın ne de Yugoslavya'nın Türkiye'ye herhangi bir "saygısızlığı" olmuştu, ne de Türkiye'nin onlara... Öyleyse nereden çıkmıştı damdan düşer gibi bu mesele?
Pakt, aslında Türkiye ile Yunanistan arasında üç yıl önce başlamış "yumuşama" havasının ve "yakınlaşma" (rapprochement) ilişkisinin tesciliydi. Diğer bazı ülkeler de anlaşmada aksesuar olarak yer aldılar.
Anlaşma Atina'da imzalandı, Ankara'da değil.
Ee? So what?
Ee'si bu işte. Bu kadar.
Üç yıl sonra Yugoslavya su koyuverdi. Yugoslavya bizim sınırlarımıza saygı gösterse ne olacaktı, göstermese ne yazacaktı?
İmza atan ülkeler birbirlerinin sınırlarına saygı göstereceklerdi. Fakat Almanya da en ufak bir saygı göstermedi, 1941 yılında Yugoslavya ve Yunanistan'ı yutuverdi. Romanya zaten ondan yanaydı.
Türkiye kılını bile kıpırdatmadı. Kıpırdatacak gücü mü vardı? Komşusunu korumak için Almanya'yla mı kapışacaktı? Saygı göstermekle yükümlü olduğu sınırları nasıl savunacaktı? "Müeyyide" mi vardı?
Öyleyse ne yararı olmuştur bu büyük başarının ve de ne anlamı vardır?
Öylesine kafama takıldı işte... Kendi kalemim, kendi gündemim...
Okuyucuya olta atıp yakalayalım ki oradan da kafamızı kurcalayan asıl meseleye gelelim: Türk ordusunun 1936 yılına kadar İstanbul'a ve Çanakkale'ye yaklaşmasının yasak olduğunu biliyor muydunuz?
Evet, Lozan yazmaktan zevk aldıkları Lausanne'a göre Türk ordusu kendi topraklarının bir bölümüne giremiyor, "tahkimat" yapamıyordu!
Ancak Montreux Antlaşması'yla boğazlara Türk askeri girebildi.
Büyük başarılar dizisi...
Protesto ediyorum, benim bedenim, pardon, kalemim, benim gündemim.
Kafamı kızdırmayın, soyunurum haa... Şimdi çok moda...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.