Nedvî'nin Örneği İmam-ı Rabbânî ve Islahat Yöntemi
Ahmed b. Abdulahad el-Umerî es-Serhendî (İmam-ı Rabbânî) aranan alim, mücahid ve rehber olarak ortaya çıktı. Sarayda itibarı olan ve dünyalık için kafir hükümdara baş eğen, müdahane eden sözde alimlere kıyasla onun ilmi daha sağlam ve zengin idi, isteseydi o da sarayda yerini alır, cebini doldururdu. Ama o başka bir alemin insanı, Allah Resulü (s.a.)in varisi, İslam'ın fedaisi idi. Tek düşüncesi, gece gündüz aklından çıkmayan, uğrunda yanıp yakıldığı, göz yaşlarının sel olup aktığı davası, İslam'ın bu ülkede, bu halkın hayatında kalması ve yaşaması idi. Aslı Farsça olup Arapça'ya da çevrilmiş olan Mektubat'ında (mektuplarından birinde) şöyle diyordu: 'Bu ne musibet, bu ne faciadır, bize yazıklar olsun, yanıp yakılalım ki, bu ülkede, âlemlerin Rabbi'nin sevgilisi Muhammed'in (s.a.) ümmeti bu aşağılık, bu perişan duruma düşmüş, kafirler ve putperestler ise ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor, ülkede hürriyet içinde yaşıyorlar; üstelik bu durum, Müslüman adı taşıyan bir hükümdarın iktidarında oluyor!'.
İmam Serhendî saraya intisap etmedi, saray civarına yaklaşmadı, ama saray adamlarıyla, üst düzey yöneticilerle ilişkisini de kesmedi. Onlara durmadan mektuplar yazıyordu. Hem tatlı hem ateşli olan, davet edebiyatının en parlak örneklerini teşkil eden bu mektuplar sayesinde muhatapların kalblerinde bulunan ama üstü küllenmiş olan iman ateşi yeniden parladı. Bu mektuplarından birinde de şöyle diyordu: '... Sen Müslümansın, hayat gelip geçer, hükümdar ebedi yaşayamaz, bu idare devamlı olamaz; bu sebeple kendin hakkında, mensup bulunduğun ümmet hakkında, içinde yaşadığın ülken hakkında Allah'an kork,O'nu say, bunların hakkını ver...'.
İmam-ı Rabbânî Müslümanların zayıflamasını ve bundan istifade ederek ülkeye hakim olmayı ve İslam'ı buradan kovmayı kafalarına koymuş, fırsat bekeleyen Hindular'ı engelleyebilmek ve bu maksatla Müslümanların askeri ve iktisadi bakımdan güç kaybetmelerine sebep olmamak için etrafına insan toplayarak silahlı kalkışmada bulunmadı. Bunun yerine irşad ve davete devam yolunu seçti. Sonunda Ekber öldü, onun yerine oğlu Nureddin Cihangir geçti, bu hükümdar babasına nispetle daha iyi idi, İmam-ı Rabbânî ona yönelik olarak da irşadlarına devam etti. Hükümdar, seçilmiş alimlerden bir heyeti saraya alıp onlarla meseleleri istişare etmek istediğinde İmam buna karşı çıktı, 'alimler bir araya gelir saraya yerleşirlerse aralarında rekabet ve çekişme başlar bu da ülkeye zarar verir; birçok alim yerine dünyaya sırtını dönmüş, kendini dinine adamış, bilgisi sağlam bir alim yeter' dedi. Nureddin Cihangir babasının yaptığı tahribatın önemli bir kısmını tamir etti ve öldü. Onun da yerine oğlu Şahıcihan geçti. Bu şah da babasından daha iyi idi. İmam-ı Rabbânî onunla da irşad ilgisini kesmedi; adeta ipi elinde idi, duruma göre bazen gevşetiyor, bazen de kısıyordu. Şahıcihan'dan sonra tahta geçen lemgîr Evrengzîb yalnızca Hindistan'ın değil, İslam tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir ve onun da eğitiminde, yönetiminde, İmam-ı Rabbânî'nin oğlu ve halifesi Muhammed Masum'un büyük tesiri oldu. Bu hükümdar aynı zamanda alim idi, Kur'an'ı ezberlemişti, kırk hadis toplayıp şerhetmişti. Zamanının fukahasından yararlanarak 'el-Fetâvâ el-Hindiyye' isimli büyük kitabı telif ve bunu ülkenin kanunu ilan etti. Yaptığı ıslahat Hindistan'da İslam'ın yok olma tehlikesini kesin olarak ortadan kaldırmış oldu.
İmam-ı Rabbani bir yandan sarayı ıslah ile meşgul olurken diğer yandan çevrenin sapkın felsefe, inanç ve adetlerinin, hurafe ve bid'atların İslam topluluğuna sızmasına karşı sert ve amansız bir mücadele yürüttü. Bunların başında da 'vahdet-i vücud' inancı geliyordu. Bu inanca kendini kaptırmış birçok insan sahih İslam iman ve uygulamasından sapıyordu. İmam bu inanca karşı da mücadele etti, Muhyiddin b. Arabî gibi İslam büyüklerinin hal icabı dile getirdikleri vakdet-i vücudun nihai kemal olmadığını, bir çeşit keşif hatası olduğunu, kemalin bu hali aşmakta bulunduğunu ifade etti.
Öğrencilerinden biri ona mektup yazarak Şeyh Abdulkerim Yemenî isimli bir zatın 'Allah küllîleri bilir, ama cüz'îleri bilmez' dediğini bildirdi. Bu Yunan felsefesinden İslam dünyasına sızmış bir düşünce idi. Şeyh bu mektuba oldukça sert olan şu cevabı yazdı:
'Kardeşim, ben bu çeşit hurafeleri dinlemeye tahammül edemiyorum; Hz. Ömer'den gelen damarım (nabzım) yükseliyor, bu damarlarda dolaşan Faurukî kanım fışkıracak hale geliyor. Bunu söyleyen Yemenli Abdulkerim olsun, Taylı İbn-i Arabî olsun (fark etmez), Fütûhât-ı Medeniyye (Peygamberimizden aldığımız ilim ve feyiz) bizi Fütûhat-ı Mekiyye'ye (İbn Arabî'nin kitabına) muhtaç olmaktan kurtardı. Biz İbn Arâbî'yi değil, Muhammed el-Arabî'yi (s.a.) istiyoruz, biz Fusûs'un (İbn Arabî'nin bir başka kitabının) değil nusûsun (Kur'an ayetleri ve hadislerin) peşindeyiz.'.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.