Kendini bitiren yazar
Eleştirilerimin kişisel husumetten kaynaklanmadığını, hele Başbakanı korumak gibi küçültücü bir çabanın ürünü olmadığını çok anlattım ama dinletemedim.
Kişi, anladığı kadardır.
Herkes, anladığı kadarına cevap verdi.
Daha doğrusu, küfretti...
Basınımızın efsane ismi Ahmet Altan, hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahipti çünkü.
Haftalarca, bu hayran kitlesinin tacizleriyle baş etmeye çalıştım ama baş edemedim.
Ne hükümet yalakalığım kaldı, ne yandaşlığım, ne Başbakan köpekliğim, ne satılmışlığım, ne dinciliğim... Yazılanlar bu kadar müeddep değildi elbette... Buraya yazmaktan imtina edeceğim, daha doğrusu ar ve hayâ getireceğim türden küfürler, tacizler, laf sokmalar...
Üstelik, klan halinde saldırdılar.
Rahmetli babam, Köylülerle ve taksicilerle kavga etme derdi.
Köylülerle ve taksicilerle kavga edersen; işe kadınlar, çocuklar ve mensuplar da karışır; biri paçandan çekiştirir, biri böğrüne süpürge sapı saplar, biri kafanda levye patlatır... Derdini karakolda bile anlatamazsın.
Bir taraftan hayran kitlesi, bir taraftan Altan ailesinin sataşmaları...
Derdimi anlatamadım.
Değer verdiğim ve iyi insan kategorisinde gördüğüm Sanem Altan faullü oynayarak maçın en iyi oyuncusuna (yani babasına) markaj uyguladığımı; hiç tanımadığım ve insanlığı hakkında fikir sahibi olmadığım Kerem Altan da ancak Başbakanın başımı okşaması durumunda babasının eleştirilerimden kurtulacağını yazdı... Kerem bu kadar nezih değildi tabii...
Babaları, Başbakanın yazarları, ne olacak! diye durumu idare ediyordu. Büyüklüğüne ve kibrine halel gelmesin diye, ismimi anmamaya özen gösteriyordu...
Evlatlara ne oluyordu peki?
Koskoca Tatar Hasan Paşa sülalesi, bir amele oğluyla taksici kavgası mı yapacaktı?
Bu kavgada köylü taraf ben değil miydim?
Benim eli süpürgeli ve levyeli bir güruhla dalmam gerekmiyor muydu?
Bu işte bir yanlışlık yok muydu?
Bu işteki yanlışlıklardan biri de şuydu:
Hayran kitlesinin küfürleriyle baş etmeye çalışıyordum ama ben de kendi çapımda bir hayran sayılırdım ve galiba hâlâ öyleyim.
Kim nasıl düşünürse düşünsün, hâlâ Ahmet Altanı seviyor ve ona olan hayranlığımı muhafaza ediyorum. Yazarlığı, ustalığı, romancılığı bir yana, müdanasızlığını ve ödün vermez politik duruşunu seviyorum. Kolay bulunur bir yazarlık tutumu değildir bu. Ve artık kolay bulunmuyor.
Eleştirilerim, bir hayal kırıklığının ürünüydü aynı zamanda.
Hayatını statükolara ve imtiyazlara karşı savaşmaya hasretmiş, resmi devletin tacizlerine karşı sivil politik alanı ve sivil politik alanın masuniyetini savunmuş, bu uğurda başını sık sık belaya sokmuş Ahmet Altan, muhalefetini resmi devletin bir önceliği olarak karşımıza çıkan yaşam biçimi savunusu üzerinden yürütemezdi.
Bunu Cumhuriyet yazarları bol bol yapıyordu...
Hele, bir tür geç Arato vakası olarak, korku cumhuriyeti edebiyatına yaslanamazdı.
Bunu da Nuray Mert ve Mustafa Mutlu gibiler yapıyor...
Korku cumhuriyetinden bu kadar şekvacı olan Ahmet Altanın, özellikle yargı eliyle oluşturulmaya çalışılan vasata karşı çıkması gerekiyordu...
Ki, bu konularda hiç topa girmedi.
Hükümeti döverek, kendince yasak savmaya çalıştı.
HAMİŞ:
Hükümeti döven Ahmet Altanın, bunu nasıl haksız ve insafsız bir zeminde yaptığını Orhan Miroğlu yazdı... Bu yazı, üstelik, Taraf gazetesinde yayımlandı. Bunu da Ahmet Altanın delikanlı tarafı olarak kayıtlara geçirelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.