İslâmcılık tartışılıyor
Mübarek Ramazan günlerinde "meleklerin cinsiyeti, oruç tutmayana şiddet" gibi ya abes veya kasıtlı konuların tartışılması yerine islamcılığın tartışılması elbette daha haytırlıdır. Ancak tartışma kör döğüşünü hatırlatıyor. Önce "islamcılık nedir" sorusunun cevabında ittifak edip sonra görüş bildirmek yerine herkes kendi islamcılık tanımını, karşı tarafın da tanımı farz ederek tartışıyor.
Bir de vaktiyle yapılmış tartışmaların, söylenmiş sözlerin tekrarı söz konusu. Bazı yazarların yeni uyandıkları anlaşılıyor.
Konuşulmuşa ve tartışılmışa örnek olarak birkaç yıl önce verdiğim cevap ve yazdığım yazıdan alıntılar yapacağım:
Siyasal İslâmcılık bitti mi, niçin?
Siyasal İslâmcılık nisbeten yeni bir terim, İslâm'ın mensuplarından istediklerinden bir kısmının, belli bir dönemin şartları içinde öne alınmasıyla ve gerçekleştirilme stratejileriyle ilgili. Bu bir kısmından maksat da İslâm'ın siyasî, sosyal, hukukî ve ekonomik talepleridir. "Bütün olmadan parça da olmaz" düşüncesinden yola çıkan İslâmcılar, "inancın, ibâdetin, eğitimin, medeniyetin olabilmesi için siyasî iktidarın da müslümanların elinde olması gerekir" diyorlardı. Bu düşünce dün de, bugün de yanlış değildir, ancak müslümanların bütün misyonu, siyasî iktidar şartına bağlı değildir, siyasî iktidar başkalarının elinde olduğu zaman da İslâm, müslümanlar ve onların insanlığa rahmet olan dîni temsil ve tebliğ vazifeleri devam eder. Ben buna da İslâmcılık dediğim için "İslâmcılık bitmez" diyorum. İslâmcılığın muhtevâsını yalnızca siyasî iktidar ile sınırlamak doğru değildir, hiçbir devrin İslâmcısı da dâvâsının sınırını böyle çizmemiştir. Dün siyasî iktidar da müslümanların elinde olsun diye çalışanlar, bu amaçlarına eremedikleri zaman ve zeminlerde yine İslâmcı olarak misyonlarını -geri kalan alanlarda, ama iktidar mücadelesinden de vazgeçmeden- sürdürüyorlardı. Bugünün müslümaları -ki bana göre hepsi aynı zamanda İslâmcıdır, işte bunların bir kısmı- yaşadığımız dünyanın şartları içinde, yeni bir siyasî İslâmcılık çizgisi/hedefi belirlediler: Demokratik, laik, çoğulcu bir düzen içinde (bunlar müslümanların talebi değil, verili şartlardır), başkalarının hak ve hürriyetlerine zarar vermedikçe İslâm'ı, azamî ölçülerde yaşamak; bunun içinde bütün şubeleriyle sosyal hayat da vardır...
Olivier Roy gibi bazı yazarlara göre "siyasi İslam" iflas etmiştir ve artık "post İslam" dan söz etmek gerekir. Yine yerli ve yabancı birçok yazara göre "İslamcılar değişmiş, davalarını terk etmiş, sekülerleşmiş ve küreselleşen dünyaya uyum sağlamışlar, batılı manada demokrat olmuşlardır, bu demokrasiden başka yol yoktur..."
Bu iddiaların iki kusurdan kaynaklandığı için gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum: 1. Olanı değil, olmasını istediklerini düşünüyor, kuruyor ve yazıyorlar. 2. İslam'ın özü, tabiatı ve müminlerin hayatındaki yeri konusunda bilgi eksikleri var, dışa (mesela son isyan hareketlerindeki sloganlara ve pankartlara, İslamcıların görünmemelerine) bakarak hükme varıyor, isabetsiz genellemeler yapıyorlar.
İslam her değişime olumsuz bakmıyor, her değişimi yasaklamıyor, İslam'ın amaçları doğrultusundaki değişimi (gelişmeyi, iyileşmeyi, kemale ermeyi) teşvik ediyor; ama bozulma manasında değişmeyi istemiyor, bu değişmeye karşı tedbir alınmasını istiyor.
Müslüman (Müslim) ve mümin terimleri baştan beri vardır, ama İslamcı terimi, bir siyasi ideoloji olarak ikinci meşrutiyetten sonra konuşulmaya başlanmıştır; yani yenidir. Bütün zamanlarda ve bir zamandaki bütün dünyada tektip bir İslamcı yoktur. Müminleri İslam dairesinden çıkarmayan farklı İslam anlayışları hep olduğu gibi farklı İslamcılar da olmuştur. İslamcı olmanın en önemli ayırıcı özelliği "dinin etki alanı" ile ilgilidir ve İslamcı laik olamaz.
Daha önce niçin siyasi bir dava olarak İslamcılık yoktu?
Çünkü İslam dünyasında "din ile dünyanın, din ile siyasetin, din ile devletin ayrılması, ayrı olduğu" şeklinde bir düşünce de uygulama da yoktu. Müminlerin bütün inanç ve davranışları -yorumlar isabetli olsun olmasın- dine dayandırılıyor, meşruiyetini dinden alıyordu. Bazılarının iddia ettiği gibi Selçuklu'da, Osmanlı'da laiklik nüveleri yoktu; örfî kanunlar, vergiler, teşrifat kaideleri... dinden bağımsız değildi, bütün bunlar "dinin serbest bıraktığı, ülü'l-emre yetki verdiği alanlarda" oluyordu ve meşruiyetini yine dinden (dinin verdiği yetki ve imkandan) alıyordu.
İslam dünyasında "yenileşme hareketleri" Batı'nın etkisiyle başladı, bazıları Müslümanları dinin geri bıraktığını iddia ettiler, batılılaşmadan yana olanlar dini asgari sınırlara indirmek (iman ve ibadetler dışında kalan hayattan dini çıkarmak) ve medeniyet değiştirmek istediler. Yenileşmeyi ve değişmeyi istemekle beraber bütün şümulüyle dinden vazgeçmeyenler ise -ki, bunlara geniş manada İslamcılar diyebiliriz- ictihad ve tecdidi devreye sokarak hem Müslüman kalmak hem de çağdaşlaşmak istediler. Kalın çizgilerle ayırırsak ortaya Batıcılar ve İslamcılar diyebileceğimiz iki gurup çıktı...
Müslümanları medeniyet ve düzen değiştirmeye zorlayanlar hep batıcılar oldu, güç olarak da askeri kullandılar. Asker ya demokrasiyi yıkarak doğrudan duruma el koydu veya demokrasi maskesi altında asker destekli sivil otoriteler duruma hakim oldular; yani halkın iradesini engellediler.
İşte İslamcılarda bazılarının gördüğü, görmek ve göstermek istediği değişikliğin -ki, bu taktik değişikliğidir- sebeplerinden biri budur. İslamcılar da peygamber olmadıklarına göre elbette ötekilerden etkilenme de söz konusudur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.