Çapa’daki son defne ağaçları
Şehrin kalbinde yaşarken ağaç gölgesinden yoksunluğu çok farkedemiyor insan. Metropollerin hızla akan insan ve araç trafiğine ‘’gölgesiz’’lik hakim çünkü. Herkesin yetişmesi gereken işleri var, saatin içinde hızla yürüyen akreple yelkovan hükmediyor ana arterlere...
Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nin hemen karşısındaki sokaklarda, her gün birkaç tanesi daha ev olmaktan çıkarak iş yerine dönen eski binaların kuytularında direnen son ağaçları kim farkedebilir ki... Babil Kulesi’ni andırıyor Aksaray Fındıkzade hattı; Rusça, Arapça, Urduca ve hangi lisandan olduğunu anlamadığım daha pek çok dille konuşan ve bir şekilde birbirini anlayan rengarenk bir kalabalık... Kimisi öğrenci, kimisi işçi, mülteci olarak gelenleri de var, kaçaklarla tüccarlar, iş takibi için gelmiş olanlarla rengi uçmuş benzi atmış takati kalmamış hastalar... Mahşer yeri gibi Çapa... Yerlisi veya yabancısı kalkmış, ‘’orada’’ ve ‘’o anda’’ olup bitiyor her şey.
Apartman boşluğumuzda bitmiş incir ağacı mesela, mutfak penceresindeki tamirat olmasa farketmezdim. Çok üzüldüm ona, hapishanede dünyaya gelmiş annesi mahkum bir çocuk gibi geldi bana, derdini anlatabilse kim bilir neler söyler? Yunus Emre’nin değirmen dolabına layık görülmüş o inildemesi hiç bitmeyen dertli ağacı ne güzel de konuşurdu oysa. Allah bilir bizim mahpushaneye attığımız şu zavallı incir konuşmayı bile bilmiyordur. Onun derdini kim anlayacak? Hakkı mahşere kalmış garibin... Ağaçların da kaderi varmış belli ki...
***
Başvekil Caddesindeki binaların ara boşluklarına yapılmış bir bahçekafe’de tanıştım o iki Defne ağacıyla da... Yasemin Hanım, haminnelerinin zamanındaki Fındıkzade’yi, Aksaray’ı anlatırken, tahta masaya pıtt... diye meyvesini atıveriyor, altında oturduğumuz Defne ağacı... Belki de onu farketmeyeceğimizden korkup telaşa kapılmıştır, bilmiyorum ama hangi sebeple olursa olsun pıtt... diye meyvesini atıyor bize, beni de katın konuşmalarınıza der gibi. Simsiyah, zeytini andıran, zümrüt bir küpe kadar parlak masaya düşen defne danesi. Gülümsüyoruz hayretle. Ellerimizi defnenin yaz kış hiç eksilmeden yemyeşil duran yapraklarına sürüyoruz. Mis gibi bir koku, tertemiz, denizi taşıyor sanki saçlarında Defne...
Çocukluğumda Bağlarbaşı’nda, Tunusbağı’nda, Fıstıkağacı’nda da görürdüm Defneleri. Nazardan, kem gözden korur ev halkını, yıldırım düşmez defnenin bittiği yere derdi eski İstanbullular... Evlerinin bahçesine defne ağacı dikemeyenler, hiç olmazsa kapı girişine defne yaprağı asardı. Sadece Ermeni ve Rum ahbaplarımız için değil, Defne yaprağı İstanbul mutfağını tüttüren herkesin de vazgeçilmezlerindendi... Sonra hoyrat rüzgarları esince hayatın, ağaçlar da eski lezzetler de, aslında aşinalıklarımız, unutulmaya yüz tuttu. İşin başedilemez sosyolojisi veya kaderi ayrıdır lakin biz kendi elimizle imha edip yıktığımız o eski aşinalıkların yerine yenilerini de koyamadık. Şehrin ağacı, kokusu, lezzeti, tavrı, adeti, hatırası olurdu. O hatrı tutamadık biz!
***
Pıtt...
Çapa’da gün ortasında bir Defne danesi! Serçelerle kumruları da aynı anda farkediyoruz, defne bize danesini atar atmaz, birden gözümüzdeki perdeler kalkıyor, kulağımızdaki tıpalar çözülüyor, kalbimizdeki mühür aralanıp, içimize iyilik güzellik sızıyor... Ekmek kırıntılarından ikram edince bir iki serçeye, ağaç dallarının kumrularla, sığırcıklarla yüklü olduğunu farkediyoruz. Garip bir şey bir iki muhabbet kuşu da var Defne dallarında, evden mi kaçmışlar, Hindistan’dan uça uça mı gelmişler, neyin haberini taşırlar... Ağaçları her gün azaldıkça eski sokakların, bulabildikleri son dallara Nuh’un Gemisine doluşur gibi biniyorlar demek kuş milleti...
Evlatları büyük adam olmuş yaşlı ve yapayalnız sakinleri çok Çapa’nın. Bu eski İstanbulluların bir bir vefat ettiğini de apartmanların önüne çıkartılan eski aynalı konsollardan veya balkonlardan salıverilen muhabbet kuşlarından, kapı önlerindeki boş kafeslerden anlıyoruz... Nas ve Felak okuyorum ben, bir şeyin bizi çarpmasından ürkerek. El Fatiha’dan sonra...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.