Ali Bulaç, Mümtaz’er Türköne vs...
Bir ağabeyimiz (Ali Bulaç), vaktiyle, “NATO’nun Türkiye’ye müdahale etmesi gerektiğini” yazmıştı, eski “Zaman” gazetesindeki köşesinde...
O müdahale oldu.
Epey de kan döküldü.
Biri de (Mümtaz’er Türköne), 17-25 Aralık sürecinde “kesilecek kafaları” hatırlatmıştı.
Kendime hâkim olmasam ya da “paralel yapının en ateşli savunucusu” olarak ortaya çıkmış bu “kafa kesici” arkadaş gibi acımasızlığı ele alsam, şu sorunun cevabını isterdim: “Hangi odak adına devleti ve meşru hükümeti tehdit ediyordun?”
Hatırlarsak, bu “en ateşli savunucu”, mütemadiyen “heybeden çıkacak turpu” hatırlatıyordu.
Hep tehdit diliyle konuşuyordu.
Gizli bilgilere vakıfmış edası kuşanarak, seçim dışı yollarla hükümete ömür tayin ediyordu.
Erdoğan meselesini halletmiş de, öteye geçmiş gibi, “Erdoğan sonrası” değerlendirmeleri yapıyordu...
Her haliyle, her tavrıyla, sarf ettiği her sözle, ürkütücü bir müntesip portresi çiziyordu.
Mesela, bir yazısında, “Adaletin keskin kılıcı inecek, bazı başlar düşecek” demiş, sahip olduğu “gizli bilgilerin” mahiyetini (ve derinliğini) göstermişti. Ürkütmüştü... Onun yazılarını, hep bu haletle, başımıza gelebilecek kötü şeyleri tahmin etmeye çalışarak okuduk. O da “korkutucu” olmaya özen gösterdi, bundan çok hoşlandı. Niyeyse...
Başımıza gelebilecek kötü şeylerden birinin “darbe” olabileceğini elbette düşünemezdik.
Kendisi bunu düşünmüş müdür?
Bu sonucu murat ederek mi konuşmuştur?
Bunun cevabını bize değil, Cumhuriyet savcılarına verecek.
Bütün sözlerinin ve söylediklerinin hâsılası olarak karşımızda duran gerçek şu:
Bu adam sürekli “ben bir şeyler biliyorum” havasıyla konuşup yazdı, Cumhuriyet savcıları da (doğal olarak) refleks geliştirip, “Ne biliyorsan anlat, biz de bilelim. Başımıza gelebilecek kötü şeyler nedir, nerede kurgulanıyor, kim kurguluyor? Öğrenelim!” dedi ve gözaltı kararı çıkardı.
NATO’nun Türkiye’ye müdahale etmesini isteyen ağabeyimize gelince...
Kendisi şu an gözaltında...
Bir hukukumuz bulunduğu, yani vaktiyle bu mahalleye ağabeylik ettiği için, bir “hatır”dan bakmak istiyorum. Bu nedenle, içinde bulunduğu “hal”in, hak ettiği bir hal olduğunu söylemeyeceğim. Kaldı ki, bu “hal”den kurtulmasını istediğim kişilerin başında geliyordu ama bizim gösterdiğimiz rikkati maalesef kendisi göstermedi, vakti zamanında “ağlayan hoca” diye tahfif ettiği darbeci şarlatanın “kadrolu aklayıcısı” oluverdi.
Bundan bir süre önce (17-25’in sarsıcı etkileri sürerken) laf dalaşına girmiş, karşılıklı incitici laflar etmiştik. Daha doğrusu, nezahet dairesinde yönelttiğim eleştirilere, ağabeyimiz sinik ve tuhaf tepkiler vermiş, bedduada bulunmuştu. Ayıp etmişti. (Hocalarından öğrendikleri tek şey, beddua...)
Bu ağabeyimiz, 15 Temmuz rezilliğinden sonra, çıktı, arada ihtiyat payı bırakarak, şöyle bir açıklama yaptı: “Eğer bu işlerin içinde cemaat varsa, hakkım onlara haram olsun.”
Bu işlerin içinde elbette “Cemaat” adı verilen “casusluk şebekesi” vardı. Bunu ağabeyimiz de biliyordu ama (niyeyse) bilmemeyi, bu gerçeği kendi dışında tutmayı (bu gerçeğin uzağında konuşlanmayı) tercih etti...
Bunu bir adım ötesi şu olabilirdi: “Gerçek yüzlerini yeni gördüm.”
Kendisiyle giriştiğimiz laf dalaşının konusu da buydu zaten:
Cemaatin gerçek yüzü...
Bunu 7 Şubat’ta, Gezi’de, 17-25 Aralık’ta görememişti; gösterildiği halde görememişti, görmek istememişti. “Yeni gördüm” demesinin elbette bir kıymeti olmayacaktı.
Kaldı ki, ağabeyimiz, “Cemaat” adı verilen casusluk şebekesine gadredildiğini düşünerek, NATO’yu müdahaleye çağırmıştı.
Beklediği müdahale 15 Temmuz’da gerçekleşti:
15 Temmuz, aynı zamanda, “NATO’cu-Amerikancı-Fethullahçı” işgal girişimidir.
Cemaatin gerçek yüzünü görememişti. İnşaallah 15 Temmuz’un ne olduğunu görür!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.