İslam’ı algılamada yeni bir yaklaşıma ihtiyaç var
Tarih boyunca fikri faaliyetler insanlığın tekamülü açısından hayati bir öneme sahip olmuştur. Dolayısıyla yapılan her fikri faaliyet sadece insanların kendi zihin dünyalarını zenginleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda bütün insanlık için de yeni pencereler açacaktır. Gerek dünyanın değişik coğrafyalarında yaşanan fikri süreçleri, gerekse İslam dünyasının yaşadığı tarihsel tecrübeyi dikkatle incelediğimizde bugün geldiğimiz noktanın özellikle Müslümanlar açısından hiç de iç açıcı olmadığını görmek mümkün. Biraz dramatik bir durum ama, maalesef İslam toplumlarında dini düşünce ile fikri faaliyetler her zaman aynı paralelde ve en azından belli bir uzlaşı zemininde ilerleyememişlerdir.
***
Bu konuda şu ana kadar yapılan en ciddi eleştirilerden birisi, dini düşüncedeki değişim hızının yavaş olması yüzünden Müslümanların algı dünyalarının yeterince zenginleşememiş olmasıdır. Eğer arkaik bir din anlayışında ısrar etmek yerine, ufku açık bir İslami tasavvura göre yeni bakış açıları oluşturabilseydik, muhtemelen yapısal anlamda hem daha sağlam bir zeminde ilerleyecektik, hem de dünyadaki değişimi bu kadar geriden takip etmek zorunda kalmayacaktık.
Maalesef şu anda İslam toplumlarının içinde bulunduğu zillet halini analiz ettiğimizde bırakın İslami tasavvuru, doğru dürüst bir perspektifin olduğunu söylemek bile mümkün değildir.
Batı pozitivizminin İslam toplumlarında fazla müşteri bulduğu dönemlerde, Müslümanların ‘İslam yüzünden geri kaldığı’ gibi bir garabetin yaşanması da bu yüzdendir. Elbette böyle bir tez kesinlikle doğru değil. Ama bir vakıa var ki, gelişmiş dünya ile gerçekçi bir karşılaştırma yapıldığında; evet Müslümanlar hem bilim, hem de düşünce üretiminde geri kalmışlardır. Ama bu İslam yüzünden değil, Müslümanların ataleti yüzündendir.
Ve maalesef bugün geldiğimiz noktada esas dramatik olan, İslam toplumlarıyla demokratik alem arasındaki ilmi, fikri ve demokrasi açığının giderek büyümesidir. Aslında bu açığın kapatılabilmesi için aklın ve mantığın gösterdiği yol bellidir; her türlü ilmi ve fikri faaliyetin özgürce yapılabildiği hukukun üstünlüğüne dayalı evrensel normlarda bir demokratik sistem.
Tarih içinde yaşanan tecrübeler gösteriyor ki, İslam ülkeleri hukuk konusunda bütün Müslümanların başını dik tutacak düzgün örnekler oluşturamamışlardır. Oysa Kuran’da namaz ibadetinden sonra en çok zikredilen ve özellikle vurgu yapılan temel ilke adalet kavramıdır. Ve bu ilke ahirete ilişkin değil, dünyada yöneticilerin adaletle hükmetmeleri için vazedilmiştir. Mesela Nisa Suresi 58. Ayette bu açıkça belirtilmiştir: “Ey Müminler! Allah size (görev, yetki ve sorumluluk gibi tüm) emanetleri ehline teslim ve tevdi etmenizi, insanlar arasında (ortaya çıkan herhangi bir ihtilafı çözüme kavuşturmak üzere) hakemlik yaptığınız zaman da adalet ve hakkaniyetle hüküm vermenizi emreder. Bakın, Allah size ne güzel bir öğüt veriyor. (Unutmayın ki) Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.”
***
Peki Kuran’da adalet konusunda böylesine açık hükümler varken, İslam dünyasının adalet konusunda bu kadar duyarsız olmasını nasıl izah etmek gerekiyor?
Biraz yürek yakıcı bir durum ama, mesela İslam toplumlarında adaletsizliğe uğrayan, hukuku çiğnenen insanlara “İlahi adalet var, öbür dünyada hakkını mutlaka alacaksın” benzeri tesellilerde bulunulur. Evet mutlaka ilahi adalet var, buna inanıyoruz. Ama yüce Allah’ın ‘adaletle hükmetme’ emri bu dünyaya uygulanmak üzere vazedilmiştir, ahirette değil... Maalesef tarih boyunca adaleti tesis etmeyi başaramayan Müslüman yöneticiler ‘ilahi adalet’ kavramını, kendi adaletsizliklerini örtmek için bir teselli ikramiyesi olarak kullanmışlardır.
Kuran’da tekrar tekrar adalete vurgu yapılmasının hikmeti insanların hukukunu, özgürlüklerini korumak için yapılmıştır. Nitekim modern devlet anlayışının temel yaklaşımına göre de bütün insanlar vazgeçilmez haklara sahiptirler ve hükümetler güçlerinin meşruiyetini, ancak yönetilenlerin yönetimlerine rıza göstermelerinden alırlar. Günümüz demokratik hukuk devletlerinde insanların güvenliklerinin sağlanması, adaletin temini, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması anayasal bir zorunluluktur.
Bu yüzden de birey-devlet ilişkilerinde adaletli bir ilişkinin kurulabilmesi için iktidarların güç ve yetkilerinin başta anayasa olmak üzere yasal ve kurumsal normlarla daha etkili bir şekilde sınırlandırılmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Tecrübeler göstermiştir ki sınırsız devlet gücü her zaman tehlikeli olmuştur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.