Keşke dış politikada bir çözüm vizyonumuz olabilse...
Son dönemde Türk dış politikasında Amerika ve Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizden komşu ülkelere kadar her alanda bir vizyon eksikliğinin yaşandığı muhakkak. Nedense özellikle dış politikada hiçbir meselemizle ilgili, orta ve uzun vadede muhtemel gelişmeleri dikkate alarak projeler hazırlayıp buna göre çözme kabiliyetini gösteremiyoruz.
Ne yazık ki şu ana kadar gerek Avrupa ile yaşadığımız siyasal krizde, gerekse bölgemizdeki sıcak gelişmelerde kelimenin tam anlamıyla bir irrasyonelite hali yaşıyoruz. Mesela ticari anlamda en önemli partnerlerimiz arasında yer alan Avrupa ülkeleriyle oturup sorunlarımızı tartışarak çözüm üretmek yerine, tamamen iç politika reflekslerine endeksli ve de üst perdeden bir öfke diliyle konuşmaya çalışıyoruz.
***
Evet kabul etmek gerekiyor ki, tam üyelik müzakereleri yürüttüğümüz Avrupa Birliği Türkiye’ye karşı çok da müttefiklik ahlakına uyan bir tavır sergilemiyor. Ancak bütün bunlara rağmen bu sıkışmışlık halini aşmanın yolu asla öfke diliyle konuşmak olamaz. Doğası gereği dış politikada sorunlar da, krizler de diplomasi diliyle aşılmak durumundadır.
Maalesef içinden geçmekte olduğumuz süreçte siyasal karar alıcılar, gerek Avrupa ile yaşanan sorunlar konusunda, gerekse en son kuzey Irak referandumu konusunda tam bir öfke hali üzerinden söylem geliştiriyorlar. Kuşkusuz en talihsiz olanı da, dış politikadaki gelişmelerin bir iç politika gündemiyle tartışılıyor olmasıdır.
Şimdi Kuzey Irak referandumu konusundaki tavrımıza bakalım; çok doğal olarak Barzani yönetiminin irrasyonel referandum kararına karşı itirazımızı en üst perdeden dile getirdik, hatta en keskin ifadelerle tehdit bile ettik. Irak Kürdistan’ının büyük bir belirsizliğe kapı açan referandum kararı karşısında, Türkiye’nin bu tavrını bir noktaya kadar anlamak mümkün. Nitekim başta Amerika olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve İran da aynı kararlılıkla referanduma karşı çıktı. Ama hiçbirisi bizim kadar bütün ilişkileri yerle bir edecek bir tehdit havası içinde olmadılar. Mesela referanduma en çok karşı çıkan İran’ın hiçbir yöneticisi, Irak Kürtlerini doğrudan karşısına alan bir tavır içinde olmadı ve de bir kapıyı hep açık bıraktı.
Referandum sonrasında uluslararası camianın tavrını dikkatle analiz ettiğimizde, referanduma karşı çıkan ülkelerin şimdi farklı opsiyonlar içinde olduklarını ve yeni çözüm önerileri geliştirmeye başladıklarını rahatlıkla görebiliriz. Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Macron, muhtemelen önümüzdeki günlerde Irak Başbakanı Abadi ve Barzani’yi Fransa’da buluşturarak bir çözüm inisiyatifi geliştirecek.
Açıkçası içinde bizim olmadığımız yeni bir çözüm inisiyatifinin ortaya çıkması halinde, bu Türkiye’nin dış politikadaki kayıp hanesine yazılacak bir durum olacaktır. Zira bölgesel anlamda en güçlü devlet Türkiye’dir. En önemlisi de bu coğrafyada Sünnilerle, Kürtlerle ve Şiilerle en çok tarihi ve kültürel ortaklığı bulunan ülke de, uzun kardeşlik iklimine sahip olan ülke de Türkiye’dir. Dolayısıyla bu bölgelerde yaşanan krizleri çözmede inisiyatif almak da, birlikte yaşama formülleri üretmek de en çok Türkiye’ye yakışır.
Ama ne yazık ki son bir kaç yıldır dış politikada çözüm stratejileri üretme kabiliyetimiz zayıfladığı için, Kuzey Irak referandumunda olduğu gibi işin başında diplomatik anlamda rasyonel okumayı bir türlü başaramıyoruz. Ve iş bitip toz bulutu dağıldıktan sonra da doğal olarak denklem dışı kalıyoruz. Oysa referandum öncesi, yüksek perdeden tehditlerle kendimizi dar bir koridora sıkıştırmadan Irak
***
Kürtlerinin haklarına duyarlı ama aynı zamanda Bağdat yönetimiyle de ilişkilerimizi zedelemeden yürüyebileceğimiz çözüm stratejileri oluşturabilseydik, herhalde bugün çok daha aktif bir konumda olurduk.
Bütün bu süreçlerin ortaya çıkardığı en talihsiz durum, AK Parti iktidarı eliyle yaşanan onca değişim ve dönüşüme rağmen, Türkiye’nin dönüp dolaşıp dış politika dahil bütün meselelerini ulusalcı reflekslerle çözme arayışına girmiş olmasıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.