Larda yüzen alsancak...
Her ne kadar Hollandalılar’ın Wilhelmus’u 1572, Fransızların meşhur marşı La Marseillaise 1795’ten kalma olsa da her milletin bir milli marşı olması fikri 19’uncu yüzyılda merkeziyetçiliğin, milliyetçiliklerin ve ulus devletlerin yükselmesiyle ortaya çıkmıştı. Fakat, ilk bandoyu kurduran II. Mahmud’dan beri her padişahın tahta çıkışı için besteletilen Mahmudiye, Aziziye, Hamidiye gibi marşlar dışında Osmanlıların bir milli marşı yoktu. Bu yüzden yeni cumhuriyet daha İstiklal Harbi sürerken önce İstiklal Marşı için güfte yarışması açmış, 12 Mart 1921 günü de Meclis’te defalarca okunarak ve coşkulu alkışlar eşliğinde Mehmed Akif’in yazdığı şiir, milli marş güftesi olarak kabul edilmişti.
***
Hemen ertesi gün Meclis ikinci başkanı Adnan Bey (Adıvar) Maarif Vekilliği’nden bu şiirin milli marş olarak bestelenmesi için çalışmaların başlatılmasını istedi. ‘Savaş dönemi uygun olur mu’ tartışmalarına rağmen, vekillik Kızılay tarafından 500 lira ödül verilecek bir beste yarışması açtı. Mayıs 1922’ye kadar 55 eser yarışmaya başvurmuştu. O sırada ülkede müzik otoritesi ve besteci kabul edilen neredeyse herkes bir besteyle yarışmaya katılmıştı. Fakat böyle bir besteyi seçecek jüride olabilecek neredeyse herkes yarışmaya katıldığı için Maarif Vekaleti çare olarak bestelerin Paris’e gönderilmesini ve orada bir kurul tarafından seçilmesini önerdi. Ama savaş şartlarında bu öneri de fazla lüks bulundu. Sonra bir süre mesele askıda kaldı.
Bu arada yarışmaya katılan besteciler çoktan kendi eserlerini bulundukları şehirlerde ve bölgelerde milli marş olarak çaldırmaya başlamışlardı. Bu doğal rekabet iki yıl devam ettikten sonra 12 Temmuz 1923’te komisyon, Ali Rifat Bey’in bestesinin milli marş olarak kabul edilmesine karar verdi. Zeki Bey’in bestesi ise beşinci sırada kalmıştı. Ama 1930 yılına kadar İstiklal Marşı olarak çalınan Ali Rifat Bey’in bestesi yerine, 1930’da Maarif Vekaleti yedi yıl önce beşinci olmuş Osman Zeki Bey’in bestesinin marş olarak kabul edilmesine karar verdi.
Bu kararın sebebi üzerine rivayetler meçhul. Ali Rifat Bey’in eseri artık alaturka bulunduğu için, halk tarafından çok bilinmediği için ya da Osman Zeki Bey’in daha sonra adı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası olacak Riyaset-i Cumhur Musiki heyeti Şefi olarak bir akşam konserde Atatürk’e bu besteyi dinleterek bu kararın verilmesini sağladığı iddia edilir. Ama bugünlerde pek çoklarının kafasındaki İslamcı Mehmet Akif, batıcı laik Osman Zeki Bey ikiliği de gerçeğe pek yakın değil. Meşhur şekerci Hacı Bekir ailesinden gelen Osman Zeki Bey (Üngör) de müzisyen bir aileden geliyor. Dedesi Müzika-i Humayün’un santurisi Miralay Hilmi Bey’di. 11 yaşında girdiği Müzika-i Hümayun’da yeteneğini keşfedip ona en iyi hocalardan dersler aldıran bizzat II. Abdülhamit olmuştu. Ve devlet tarafından ilk Türk konser kemancısı olarak yetiştirilmişti. Daha sonra şefliğine geldiği Saray Orkestrası’nı, geliştiren, 1917 ve 1918’de ilk defa Avrupa’ya konserlere götüren de oydu.
Her ne kadar İstiklal Harbi’nin başında İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş, daha sonra orkestrasını Ankara’ya getirmişse de Padişah Vahdettin’in orkestrasının şefi olması peşini bırakmayacaktı. Bestelediği marş ise hep tartışıldı. 1950’lerde marşın zor söylendiği için değiştirilmesi gerektiği üzerine tekrar bir tartışma çıktığında Moda’daki evine çekilmiş, emekli hayatı yaşayan Zeki Üngör bir röportajla iddialara sert bir cevap verdi. Röportajında marşı İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşundan sonra süvarilerin şehre girişini anlatan bir arkadaşından etkilenerek, atlıları düşünerek bestelediğini söylemişti (Bu bilgi yarışma tarihleriyle tam uyuşmuyor) ve haberin manşetini de bizzat kendisi atmıştı “İstiklal Marşı yanlış tempo ile çalınıyor”:
“Sahibinin sesi müessesi orkestrayla marşı çalmamızı istedi Gittik. Orada marşı çaldığımız zaman teknisyenler bunun pek süratli bir marş olduğunu ve dolayısıyla plağın ancak yarısını doldurduğunu söylediler... O anda aklıma bir şey geldi. Marşı biraz ağır çalalım. Böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır. Olur biter dedim... Fakat bilahare böyle bir teklifi vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icap ettiğini kim bilebilir ki? Nitekim bu yüzden ağır bir marş olarak dünyaya yayıldı.”
1923’de Türkiye’yi terk etmek zorunda hisseden ve Mısır’a giden Mehmet Akif gibi Zeki Üngör de 1935 yılında daha 55 yaşındayken emekliye ayrılıp, Ankara’dan İstanbul Moda’ya yerleşmişti. Zeki Üngör 1958’de vefat ettiğinde artık adını hatırlayan çok az insan vardı. Hakkında daha önce de bir kaç defa öldüğü yolunda haberler dahi çıkmıştı. Cenazesinde Mehmet Akif’inki gibi İstiklal Marşı çalındı.
***
İstiklal Marşı’nı yazan isimlerin bile devletin hışmından paylarını aldığı bir ülkede toplumun üzerinde anlaştığı ortak değerlerin sayısının az olması çok şaşırtıcı değil. O değerlerden biri de söylenmesi zor olsa da, kelimeler tuhaf yerlerde bölünse de İstiklal Marşı. Sadece marşın sözleri ve melodisi değil, onun yazan ve besteleyen hatta orkestrasyonunu yapan insanların hikâyesi de İstiklal Marşı’nın hikâyesinin bir parçası artık.
Savaş boyunca kahramanlık destanlarıyla cesaretlendirmeye çalıştığı ülkesini savaşın ardından burada yaşamayacağını düşünerek terk etmek zorunda kalmış bir şair ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihi sürekliliğin kanıtı ve adı devletle ters düşünce unutulmuş bir bestecinin bestelediği, Ermeni bir bestecinin orkestraya döktüğü İstiklal Marşı, bize bu ülke, geçirdiğimiz tecrübeler, aştığımız eşikler hakkında da marşın kendisi kadar çok şey anlatıyor çünkü.
Varsın –larda yüzen alsancak diye okunsun...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.