Dindarların hukuka ihtiyacı yok mudur?
Modern zamanlarda dindar kesimlerin ‘hukukun üstünlüğü’, ‘kuvvetler ayrılığı’ ve insan haklarının vazgeçilmezliği gibi konularda duyarlı olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Çünkü ne zaman bu kavramlar gündeme gelse, özellikle kendisini dindar olarak tanımlayan bazı kesimler anında tepkisel bir tavırla “Yasama-yürütme-yargı” üçlüsünün Batı ve tüm İslam karşıtı rejimlerin bir ürünü olduğunu ve Müslümanların Allah’ın kanunu (Kur’an) dışında hiçbir kanuna ihtiyacı olmadığını söyleyerek dünyaya kapılarını kapatmayı tercih ediyorlar.
Bu tür yaklaşımların sadece ideolojik bir duruştan çok, İslam’ın özünün ve hikmetinin yeterince anlaşılamamasından kaynaklandığı muhakkak. Zira gerek Kur’an’da, gerekse Hz. Peygamberin hadislerinde adalet konusunda kesin emirler olmasına rağmen, Müslümanların ‘hukukun üstünlüğü’ne karşı gösterdiği duyarsızlığı izah etmek gerçekten zor.
Öyle anlaşılıyor ki ‘hukuk-adalet’ konusundaki tepkisel tavırlar daha çok Batı’ya karşı duyulan öfkeden kaynaklanıyor. Bilgiden çok duygusal anlamda İslami bağlılığa sahip insanların bu tepkilerini bir noktaya kadar anlamak mümkün. Ama eğer İslami bilimlere vakıf olması gereken bilim insanları, bu konuda yeterli bilgi üretmiyorlarsa, ya da hala klasik fıkıh kodlarıyla konuşmaya devam ediyorlarsa orada çok daha ciddi bir sorun var demektir. Maalesef fıkıhla iştigal eden insanlarımız, siyasete gösterdikleri ilginin üçte biri kadar bile hukuk ve adaletle ilgilenmiyorlar.
Dinle pozitif hukukun birbirine bu kadar mesafeli duruşunun temelinde, esas itibariyle modern zamanlarda fıkhın hayatın akışıyla irtibatını keserek geçmiş asırlar için ürettiği klasik fıkıh kültürüne kendisini hapsetmesidir. Oysa yapılması gereken, Kur’an ve Sünnete bağlı kalmak kaydıyla günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek yeni çözümler üretilmesidir.
Geçmiş dönemin şartları içinde üretilmiş fıkhi bilgileri, modern zamanlarda yeniden yorumlamadan, klasik fıkıh formatı içinde pozitif hukuka alternatif gibi sunmak anlamlı değildir.
Maalesef İslami alandaki bilim insanlarımızın zihin dünyalarıyla yaşadığımız dünyanın gerçeklikleri arasındaki mesafe giderek açıldığı için, ‘hukukun üstünlüğü’ ve adalet gibi İslam’ın temel kavramları sanki İslam dışı rejimlerin değeriymiş gibi son derece tehlikeli bir algı oluşmaya başladı.
Hazin bir durum ama, bilgi fukaralığı yüzünden günümüzün dindarları ‘hukukun üstünlüğü’, ‘kuvvetler ayrılığı’ ve de ‘insan hakları’ gibi değerler karşısında tedirgin oluyorlar ve “Her şey Kur’an’da var, Batı’nın ürettiği değerlere ihtiyacımız yok” gibi sloganlarla bir bakıma kendilerini koruma altına alma ihtiyacı hissediyorlar. Oysa Kur’an bize yaşanılabilir bir dünya kurmamız için ahlaki bir perspektif sunmaktadır. Dolayısıyla Kur’an’ı hukuk metni gibi okumak çok doğru bir yaklaşım değildir. Zira modern hukukun kapsamı içinde bulunan bireysel ve toplumsal alandan uluslararası ilişkilere kadar pek çok konu ile ilgili Kur’an’da ayrıntılı bir şekilde hüküm bulunmamaktadır. Kaldı ki Kur’an’ın böyle bir amacı da yoktur zaten...
Eğer İslam’ın geldiği dönemin kültürel, coğrafi ve sosyolojik şartlarını dikkatle incelersek, Kur’an’ın getirdiği hükümlerin o günün dünyasının mevcut şartları ve örfi uygulamalarıyla belli bir bağ içinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Unutmayalım ki, Kur’an’ın nazil olduğu coğrafi ve sosyolojik şartlardan uzaklaşıldıkça tarihin akışı içinde doğal olarak farklı yorumlar ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Çünkü Kur’an evrensel bir mesaj sunmaktadır ve her zaman hayatın içinde olmak durumundadır. Zaten evrensel olmanın hikmeti de, yeni ihtiyaçlara Kur’an’ın verdiği ruhsatla yeni içtihatlarla cevap vermektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.