Şimdilik son yazı
Kendi İslâm anlayışlarını Ehl-i Sünnet olarak takdim edip yine Ehl-i Sünnet içinde farklı anlayış, usul ve yorum sahiplerini bu camianın hatta İslâm’ın dışına atan dar görüşlü, bağnaz, bölücü “ehl-i kıbleyi tekfir ettikleri için” Ehl-i Sünnet dışı adamların yalanlarının ve iftiralarının biteceği yok. Olup bitenleri bilmeyen insanımızın yanlış bilgi ve kanaat edinmelerini önlemek için zaman zaman bu kabil konuşma ve yazılara cevap veriyor, doğrusunu anlatmaya çalışıyorum. Bu defa yine bir dizi yazı yazdım, fazla uzamasın diye bugün şimdilik sonuncusunu yazıyorum.
“Yıllarca İngiliz ve İran paraleliyle iş tutmuş” iftirası mahkemelik bir iftiradır ama benim ne derlerse desinler Müslümanları mahkemeye vermek gibi bir âdetim yoktur. Ayrıca bu ifadeden bir şey anlamadığım için açıklama da yapamıyorum. Böyle birileriyle iş tutmaktan da, böyle bir iftira yapmaktan ve yapandan da Allah’a sığınırım.
The Cemaat ile alakama gelelim.
1963 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldum, o yıl bir kısım arkadaşlarımızla belli bir program dâhilinde, belli gruplardan bağımsız olarak İmam Hatip camiasıyla İslâm’a hizmet kararı aldık. Vazifelerimiz nerede olursa olsun irtibatı kesmedik, zaman zaman toplanıp istişâreler yaptık. Biz bir gruba bağlı değildik, ama bütün Müslüman cemaatlerle iyi ilişkiler içinde olmayı, mümkün olan en geniş çerçevede ümmet birliğini hedef almayı benimsedik. Daha 1961’de Kadıköy merkez vaizi iken İstanbul’daki etkili grup temsilcileri ile toplantılar yaptık, bu toplantılarda hitabet ve irşad usulünü konuştuk, bazı güncel meselelerde görüş birliği sağlamaya çalıştık. 1971 yılında İzmir Yüksek İslâm Enstitüsüne Fıkıh hocası olarak tayin edildim. Buraya geldiğimde talebenin “Nurcular”, “Ülkücüler”, “Akıncılar” ve “diğerleri” şeklinde bölündüklerini, birbiri ile kavgalı olduklarını gördüm. Her biri ile ayrı ayrı toplantılar yaparak aralarındaki husumeti İslâm kardeşliği ortak değerinde gidermeye çalıştım. Bugüne kadar da hangi cemaat ve tarikat olursa olsun sahih İslâm’ın sınırlarını aşmadıkları sürece onlarla iyi ilişkiler içinde olmaya, benden bir yazı, konuşma, istişare vb. istediklerinde bunu yapmaya çalıştım.
Cumhubaşkanımızın “Ne istediler de vermedik” dediği dönemde bazı kusurlarına, ifratların ve derhal tevil ederek örttükleri sonradan anlaşılan sapmalarına rağmen malum cemaatin de İslâm’a hizmet ettiği ve faydalı olduğu kanaati toplumda hâkim idi. Biz de faydasının zararından çok olduğuna kani idik. Bu dönemde merhum Sabahaddin Zaim Hoca’nın teklifi ile onun başkanlığında gazete ve televizyonlarının istişare heyetinde bulundum. Abant toplantıları bana göre ülkemiz aydınları ile İslâmî kesim arasındaki fay hattını daraltmak ve ortak noktalarda ülkemiz için birlik içinde bir şeyler yapmak amacını güdüyordu. Bu sebeple birçok iyi niyetli, değerli ve cemaat dışı insanlarla ben de bu toplantılara katıldım, bir süre sonra başka vadilere aktıkları için terk ettim.
Çok istismar edilen “diyalog” meselesine gelince, bu konuda bir kitap yazdım, “Diayalog ve Kurtuluş Tartışmaları”. Dileyen bu kitaptan daha geniş bilgi alabilir, bu kitabı 2000’i takip eden yıllarda cemaatin yanlış bir yola girmesini engellemek için yazmıştım, burada şu satırları naklediyorum:
“Bu noktada önemli olan kırmızı çizgilere dikkat etmek, dengeyi bozmamak, kâr-zarar hesabını iyi yapmaktır; eğer bu çeşit diyalog İslâm’ın ve Müslümanların menfaatine değil, zararına olursa zinhar ondan uzak durmaktır. Müslümanlar, ‘Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere’ diyaloga girmezler, kendi davalarının şuurlu bir ‘misyoneri; yani davetçisi, tarafı’ olarak diyaloga girerler. Burada bir daha tekrar edeyim: Diyalog zorunludur, kendi duvarlarınızın içine hapsolarak —tebliğ başta olmak üzere— İslâm’ın çağdaş temsilini gerçekleştiremezsiniz, oyunlara müdahale edemezsiniz, ama oyuna gelmemek, pirinç peşinde iken eldeki bulguru da kaybetmemek için azami titizliği göstermeniz de ayrı bir vecîbedir.”
Normal ilişkiler sürüp giderken hükümetin 2012 yılında dershanelerin kapatılması kararı ile cemaat-iktidar arası açıldı. İktidarın aleyhinde tavır alan cemaati uyarmak için yazılar yazdım. Bu yazılardan birini (Dershane özel menfaat, kapatma kararı ve iktidarın yaşaması kamu yararı, bu sebeple özel menfaatin feda edilmesi gerekir, mealindeki yazı) saptırarak aleyhimde yayınlar yaptılar, iftiralarıyla bir grubu bana karşı tahrik etmeye çalıştılar. 17 ve 25 Aralık olayları ile iyice çizgiden çıktılar, haklarındaki kanaatim tamamen menfiye döndüğü için iyi ilişki kararıma son verdim.
Diyanet İşleri Başkanlığı 25 Ocak 2014 tarihinde “Yüzyılın İslâm Kültür Hizmeti Onur ve Hizmet Ödülleri” töreni düzenlemişti. Cumhurbaşkanımız orada önemli bir konuşma yaptı ve ilk defa bu grubun liderine karşı artık değişmiş olan kanaatini açık seçik ortaya koydu, şöyle diyordu:
“Bu medeniyet yalancı peygamberleri, sahte velileri, içi boş âlim müsveddelerini bünyenin virüsü yok ettiği gibi reddetmiş ve tarihin çöplüğüne mahkûm etmiştir. İlmi güç için, şantaj için, şebekeleşme, örgütleşme için bir araç olarak kullananları bu medeniyet hiç kabul etmemiştir ve etmeyecektir. İlmi iktidar için vesile görenleri bu medeniyet yine mahkûm edecektir.”
O akşam yine Haliç Kongre Salonunda STK’ların Tayyip Bey’i teyid toplantıları vardı, orada da, otuz kırk yıldan beri olduğu gibi Tayyip Bey’in yanında idim ve konuşma yaptım.
Ben yine baştaki kararımıza sadık kalarak siyasi olsun olmasın bir grubun adamı değilim, ama kendi davama hadim olduklarına inandığım için R. Tayyip Erdoğan’ı ve iktidarını destekliyorum.
Bu yazılara sebep olan şahıs WhatsApp grubumuzu kastederek şöyle diyor: “Bu grupta bulunan Yusuf Ziya Kavakçı hocamız (H. Karaman’ı) çok iyi tanır.”
Ben de diyorum ki, madem dava arkadaşım Yusuf Ziya Bey’i şahit gösteriyorsun ben de kabul ediyorum, onun gruba yaptığı konuşmayı ve hakkımdaki hüsn-i şehâdetini dinle, belki tevbe edersin!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.