Din ve siyaseti birbirine karıştırmadan...
Epey bir süredir Müslüman dünyanın tarihsel tecrübesinin ortaya koyduğu yönetim tarzları konusunda değerlendirmelerde bulunmaya çalışıyorum. Bunu yaparken bir dönemi ya da Müslümanların İslam algısını olumsuzlamak gibi bir niyet içinde değilim elbette. Zira artılarıyla ve eksileriyle bütün bir İslam tarihinde yaşananlar bizim tarihimiz. Ancak tarihsel süreç içinde yaşananları toptancı bir anlayışla hiçbir sorgulamaya tabi tutmadan “İslam” diye günümüze taşımak hakkaniyetli olmayacağı gibi, İslam toplumlarının problemlerini çözme konusunda bir çare de olmayacaktır.
***
Kuşkusuz kendimizi eleştirmek zor ve meşakkatli bir iş, ama Müslüman dünyanın günümüzdeki perişan halini dikkate aldığımızda, geçmişe dönük bir sorgulama yapmanın zarureti de ortadadır. Çünkü tarihimizin belli bir dönemindeki uygulamalar ne yazık ki İslam olarak algılanmış, din gibi kutsallaştırıldığı için de en küçük eleştiri bile dinden sapma olarak görülmüştür.
Maalesef Hz. Peygamber’in vefatından sonra yaşanan hilafet tartışmaları ve özellikle de iktidar kavgalarının din üzerinden yürütülmesi Kur’ani mesajın gelecek nesillere sahih bir şekilde aktarılmasını gölgelemiştir.
İşte bu anlayış yüzündendir ki bugün bile adaletin dinin en temel ilkesi olduğunu, şeffaflığın, liyakatin ve bireysel özgürlüklerin Kur’ani mesajın temelini oluşturduğunu söylediğinizde bizzat dindarlar tarafından ‘fitneci’ olarak tanımlanabilirsiniz. Çünkü dinin “Şura” ilkesini dikkate almadan oluşturulan hilafet ve saltanat yönetimlerinin hemen tamamı despotik yönetimlerdir ve bu yönetimlerde eleştiriye ve muhalefete asla yer yoktur. Muhalefet etme girişiminde bulunanlar da İslam’a muhalefet etmiş gibi değerlendirilip, anında fitne ve fesatçı olarak ilan edilmişlerdir.
Kuşkusuz bütün bu değerlendirmeleri yaparken esas meselemiz, geçmişi toptan mahkum etmek ya da kutsallaştırarak dokunulmaz kılmak değil, tarihsel tecrübeler ve örnekler üzerinden günümüze ilişkin doğru sonuçlar üretebilmek olmalıdır. Bu konuda daha sağlıklı bir bakış açısı oluşturabilmek için Hz. Osman’a kadar olan siyasal yönetim yapılanması ile sonrasındaki iktidar mücadelesi süreçlerini yakından okumakta yarar var.
***
İslam toplumlarında iktidar olgusunun hangi noktadan başlayıp, nasıl bir sürece evreldiğini görmek açısından Muhammed Hüseyin Heykel (Osmanlı paşası) “Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı eserindeki tespitler son derece önemli. Hüseyin Heykel’in, Hz. Ebubekir’in halife olduğu zaman söyledikleriyle, Abbasi halifesi Mansur’un iktidarı ele geçirdiğinde söyledikleri üzerinden karşılaştırması söyle:
Hz. Ebubekir: Ey nas! En iyiniz olmadığım halde, başınıza geçiyorum. İyilik edersem bana yardım edin. Fenalık edersem beni doğrultun! Gerçeklik, emniyetli olmanın; yalancılık hain olmanın gereğidir. İçinizdeki her zayıf, hakkını alıncaya kadar katında kuvvetlidir. Ve içinizdeki her kuvvetli, hakkı verinceye kadar katında güçsüzdür. Ben Allah’a ve peygambere itaat ettikçe siz de bana itaat edin. Allah’a ve peygambere karşı gelirsem, sizin de bana itaatiniz gerekmez.
Halife Mansur: Ey nas! Ben Allah’ın yeryüzünde sultanıyım. Onun yüceliği ile, yardımı ile sizi yönetirim. Onun hazinesinin bekçisiyim. Malı üzerinde onun arzu ve iradesiyle hareket ederim. İzni ile veririm. Allah beni o hazinenin kilidi kılmıştır. Size vermek için açıldığımı dilerse açılırım, kilitlemek isterse kapanırım.
İki asırlık süre içinde yaşanan bu değişim, İslam toplumlarının siyasal anlamda nasıl bir istikamet içinde olduğunu çok net olarak ortaya koymaktadır. Hüseyin Heykel’in bu konudaki tespiti son derece çarpıcı: “Bu değişiklik, Müslümanları Şura hayatından, padişahlığı kutsal hak tanıyan tam diktatörlüğe götürmüştü.”
Şundan eminim ki, eğer İslam toplumlarının tarih içinde yaşadığı siyasal tecrübeleri, iktidar mücadelelerini zihnimizdeki birtakım önkabullere takılmadan değerlendirmeyi başarabilirsek, demokrasinin bugünün dünyasında dindarlar için de ne anlam ifade ettiğini daha iyi anlayabiliriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.