İslâmi Öğretim-Eğitim Usûlü ve Müesseseleri
Mustafa ÇELİK
İmamı Serahsi, ilmin önemini veciz bir üslûpla ortaya koymuş ve şu tesbitte bulunmuştur: “Şüphesiz ki Allah’a (cc) imandan sonra, en kuvvetli farzlardan birisi de ilim öğrenmektir. Bir hadisi şerifte, ‘İlim öğrenmek her müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır’ buyurulmuştur. İlim aynı zamanda peygamberlerin bıraktığı bir mirastır.” Yeryüzünün halifesi olan insanoğlunun; hem dünyayı imar etmesi, hem de yaratılış hikmetine uygun işlerle meşgul olması şarttır. Bunun için eğitime ve öğretime ihtiyacı vardır. Hz. Peygamber’in (sav) “Alimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar, ne de dirhem miras bırakmazlar, ancak ilmi miras olarak bırakırlar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir. Âlim ile âbid arasındaki fark, ay ile yıldızlar arasındaki fark gibidir” buyurduğu malûmdur.
İslâmi Öğretim-Eğitim Usûlü ve Müesseseleri
İSLÂMÎ ÖĞRETİM ve eğitim; insanoğlunun dünya ve âhiret saadetine ulaşmasının en emin yoludur. İslâmî öğretim ve eğitim, fuzuli değil fıtridir. Kur’an-ı Kerim, ilk âyeti ile öğrenmeyi emreden bir dinin kitabıdır. Bu Kitabın gönderildiği peygamber de, ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kitap ve Sünnet’in bu konudaki emirlerini göz önünde bulunduran Müslümanlar, daha İslâm’ın ilk yıllarından itibaren öğrenmek için bütün imkânlarını seferber ediyorlardı. Başlangıçta bu imkânlar, daha ziyade dinî alanda kullanılıyordu. Zira bu bilgilerin bir kısmı günlük, bir kısmı haftalık, bir kısmı da senelik ibadetleri için gerekliydi. Bunlar bilinmeden ibadet yapılamazdı. Bununla beraber, ibadetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadığını da belirtmek isteriz. Zira oruç tutmak veya namaz kılmak isteyen bir Müslüman, başını yerden kaldırıp gökleri araştırmak zorundadır. Böylece, basit de olsa bir astronomi bilgisine; Hacca gitmek isteyen bir başkası en azından coğrafya bilgisine; Zekât vermek isteyen bir diğeri de matematik bilgisine sahip olma zaruretini duyar. Gerek Kur’ an, gerekse hadislerden bir kısmının açıklanabilmesi, tarih bilme ile mümkün olur. Zira sebeb-i nuzûl ve sebeb-i vurudun bilinmesi, âyet ve hadislerin yorumlanmasında büyük bir fayda sağlar. Bu da tarih bilgisine olan ihtiyacı ortaya çıkarır. Ayrıca Kur’an’ın, üçte birine yakın bir kısmının ibret alınması için tarihle ilgili olması, Müslümanların tarihle ilgilenmelerine sebep olmuştur. Bütün bunlar, zamanla Müslümanların değişik branşlardaki ilimlerle uğraşmalarına sebeb oluyordu. Nihayet bazı hadislerin genel anlamda ilmi teşvik etmeleri, Müslümanların asırlar boyu her türlü ilmî faaliyette bulunmalarına vesile oluyordu.
Hz. Peygamber (sav)’ in; “Kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıklarından hoşlandıkları için, kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah’tan yardım ve bağış dilerler. İlim sahibinin Âbid’ten (ibadet edenden) üstünlüğü, ay’ın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Alimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir. Âlim ile âbid arasındaki fark, ay ile yıldızlar arasındaki fark gibidir”(1) hadisi, ilmî faaliyet sahalarının genişlemesine sebeb oluyordu.
İslamî eğitim, insan hayatında takip edeceği yolu, nazari olarak çizip hayata uygulamak, nasıl hareket edeceğini göstermektir. Bu manada ‘’Rab’’ yaratanın, yarattığına doğru yolu göstermesi (irşad, ihda) demektir: ‘’Firavun şöyle dedi: O halde sizin Rabbiniz kimdir; Ey Musa? Musa: Bizim Rabbimiz, herşeye suret ve şeklini veren, sonra da yolu gösterendir, dedi.’’(2) Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda da, ‘’tebliğ’’ etmek manasına gelir. Böylece öğretim de eğitim içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi hem de öğretimi içine alır. Mâverdî, eğitimi ele alınca insanın aklıyla şahsiyetini düşünmektedir.”Eğitim bir direktir. Allah onunla akılları kuvvetlendirir. Bir süstür, nesebi kaybolmuş olanları Allah onunla süsler.” Bir taraftan insanın istidat ve kabiliyetlerini kuvvetlendiren, bir yönden de insanın pespayeliklerini örten bir süs olur.
İslâm öğretim ve eğitiminin hareket noktası, insan fıtratıdır. Genel olarak İslâm insanın doğuştan iyi olduğunu kabul eder. Bozulma sonradandır. ”Biz, gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık”(3) Aslı güzel olan, insanı hayrete düşüren bir biyolojik yapı ve bu yapının içinde esrarengiz bir manevi ilme sahip insanın eğitime müsait olması, fıtratının gereğidir. Hristiyanların belirttiği gibi, insan doğuştan günahkar değildir. Bozulma insanda fıtri değil, arızidir. ”Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.”(4) İnsan iyidir ki eğitilmeye müsaittir. Bu eğitimin gerçekleşmesi, için dinler gelmiştir. Eğer insan eğitilmeye müsait olmasaydı, peygamberler gibi hidayet muallimlerine ihtiyaç duyulur muydu? İnsan yaratılışı gereği fiillerini, huylarını iyileştirmek, doğru olanı yanlış olandan ayırt etmek veya bunları bozmak, yeteneği ve kabiliyeti üzerine yaratılmıştır. İslâmî öğretim ve eğitim usûlü, bir bütün olarak insan şahsiyetine uygundur. Yani öğretim ve eğitimde usûl insan yapısına göre vâz edilir. Ölçü, insanın yapısıdır. Usûl olarak lüzumsuz ve yüzeyde olan şeylerle uğraşmaz. Usûl’ün esaslarını, insan davranışını idare eden merkezlere göre koyar. İslâm’ın eğitim usûlleri, yalnız öğretim metodları değildir. O yalnız zihni doyurmak istemez. Çünkü yalnız zihni ele alarak yapılacak eğitim tek yönlü ve eksiktir. Bu yönüyle batı eğitim sisteminden ayrılır. Çünkü onlar eğitimi fayda ve maddeci yönde uygulamaktadırlar. Fayda ile madde arasındaki münasebeti dikkate alıyorlar. Oysa faydanın bir de mana ile alakası vardır.
İslâm eğitiminin prensip ve usûlleri, Allahû Teâla’nın (cc) razı olduğu sahih iman ve sâlih ameli mükelleflere kazandırma hedefine ulaşmak için uygulanır. Bu hedefler olmasaydı, eğitimciler planlama ve uygulama zahmetlerine katlanmazlardı. Eğitimin başlangıcında bu gayeler beklenti halindedir. Eğitimin tamamlanması ile bu hedeflere ulaşılır. Hedeflere ulaşılmış ise eğitimin konusu olan insan devamlı üreme halinde olduğu için eğitimde de bir devamlılık vardır. Kur’an-ı Kerim’e bakarsak, peygamberlerin dini eğitimlerini gerçekleştirmek için çektikleri zahmetler bu gayelere ulaşmak içindir. Allah, peygamberlerine bu zahmeti onların uğruna çektirmiştir. Demek ki, mücadeleler gayeleri ile büyürler. Bütün eğitim faaliyetleri beklentilerini gerçekleştirmek için büyük zahmetlere katlanırlar. İslâm öğretim ve eğitimin sabiteleri Kur’an ve Sünnette mevcuttur. “Ben ancak muallim olarak gönderildim”(5) diyerek misyonunu belirten Hz. Peygamber (sav), öğretim ve eğitim usûlü ortaya koymuştur. Rasûlüllah (sav)’in ortaya koyduğu öğretim ve eğitim usûlü, her Müslüman’ı bağlar. Hz. Peygamber (sav)’in inşa ettiği İslâmi öğretim ve eğitimin maksadı; mükelleflere Allahû Teâla’nın (cc) razı olduğu sahih iman ve sâlih amelleri kazandırmaktır.
İslâmî eğitim denince Hz. Peygamber (sav)’in eğitim(ciliğ)ini güncelleme çerçevesinde ürettiği eğitim anlayış ve uygulamaları akla gelmelidir. Dolayısıyla, İslâmî eğitimî dendiğinde yöreden yöreye, zamandan zamana hiç değişme göstermeyen bir tek sabit eğitim modeli/kalıbı anlaşılmamalıdır. Aksine İslâmî eğitimin yöreden yöreye, çağdan çağa değişmeyen sabiteleri olmakla birlikte farklı ortamlarda değişiklikler gösteren boyutları da vardır. Müslümanlar tarafından Rasûlüllah’ın (sav) ortaya koyduğu öğretim ve eğitimi güncelleştirmek, güne ve gündeme taşıma amacıyla İslâm eğitimi namına hangi hâsılalar ortaya konduysa, bunların İslâm’la özdeşleştirilmesi yanlış olacağı gibi, onunla ilgisiz sayılması da yanlış olur. Hz. Peygamber’in (sav) eğitim anlayış ve uygulamalarını temel kaynak olarak gören, ona dayandıklarını, onu örnek aldıklarını iddia eden Müslümanlar, Hz. Peygamber’in (sav) eğitime ilişkin söz, tutum, davranış ve uygulamalarını anlamada ve onları kendi çağlarına taşıyıp uygulamaya koyma hususunda farklılaşmışlardır. Farklı zamanlarda/dönemlerde olduğu gibi aynı dönemde farklı coğrafyalarda da, bu farklı eğitim anlayış ve uygulamaları görülmüştür. Bir Emeviler dönemindeki eğitim uygulamalarıyla, Abbasiler, Osmanlılar dönemindeki eğitim uygulamaları arasında farklılıklar bulunduğu gibi, aynı dönemde, sözgelimi, Endülüs’teki küttaplarda uygulanan programla, mağrip ülkelerindekilerin, doğudakilerin programları arasında da farklılıklar olmuştur.(6) Dahası, aynı çağda yaşayan, ama eğilimleri ve buna bağlı olarak bilgi donanımları farklı olan mesela felsefecilerinki fıkıhçılarınkinden, sufîlerinki diğerlerinden vb. çok farklı olmuştur. Sözgelimi, Eski Yunan felsefesini referans alan Müslüman filozoflar sayesinde İslâm ortaçağı boyunca İslam ilimlerinin Yunan felsefe ve ilimleriyle etkileşimi, İslâm eğitiminin karakterini geniş çapta etkilemiştir. Hz. Peygamber (sav)’in oluşturduğu eğitim usûlünü örnek edinen Müslümanların farklı kültür havzalarında, farklı dönem ve coğrafyalarda oluşturdukları eğitim modelleri, birbirinden oldukça önemli farklılıklar göstermektedir. Müslüman oldukları halde öğretim ve eğitim usûllerini Rasûlüllah’ın (sav) ortaya koyduğu öğretim ve eğitim usûlüne dayandırmayanlar, birbirlerinin rakibi (düşmanı) haline gelmeye mahkûmdurlar. Hz. Muhammed (sav), evrensel bir eğitim-öğretim sistemi getirmiş ve bütün kalpleri, bütün ruhları, bütün akılları, bütün nefisleri yüce ufka yükseltecek bir mesaj sunmuştur. Sadece O’nun getirdiği sistemdir ki hem ruhu, hem aklı, hem de nefsi, yükselebilecek en son noktaya ulaştırmıştır. Üsve-i Hasenemiz Hz. Muhammed (sav) öğretim ve eğitimde şunları ortaya koymuştur:
1. Rasûlüllah (sav), söylediği hakikatleri bizzat yaşayarak hayatıyla göstermiştir.
2. Dinî yükümlülükleri tedrîcî (yavaş yavaş, basamak basamak) bir sistemle öğretmiştir.
3. Öğretmede orta yolda durmaya ve insanları bıktırmaktan uzak durmaya riayet etmiştir.
4. Öğrenenler arasındaki kişisel farklılıkları göz önünde bulundurmuştur.
5. Karşılıklı konuşma ve soru-cevap şeklini kullanmıştır.
6. Yanlış düşünceyi söküp atmak ve gerçek doğru bilgiyi net bir şekilde muhatabın kafasına yerleştirmek için aklî ölçüleri kullanmıştır.
7. Muhataplarına soru yöneltmiş, böylece onların zeka ve bilgi seviyelerini ölçmüştür.
8. Mukayese ve örneklendirme metodunu kullanmıştır.
9. Benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnekleri kullanmıştır.
10. Anlattığı hususu, elinde herhangi bir şey ile yere ve toprağa çizerek bizzat göstermiştir.
11. Sözle beraber jest ve mimiklerini kullanmış ve el ile işaretlerde bulunmuştur.
12. Önemine binaen, halin mümkün kıldığı bir nesneyi bizzat eline almış, eliyle kaldırmış ve arkasından söyleyeceği hususu söylemiştir.
13. Muhataplarından bir soru gelmeden söze önce kendileri başlamıştır.
14. Muhatabının sorusuna eksik ve fazla olmadan cevap vermiştir.
15. Muhatabının sorusuna, onun ihtiyacına binaen sorduğundan daha fazlasıyla cevap vermiştir.
16. Muhatabını, güzel bir hikmete binaen, sorduğu sorudan daha önemli bir hususa yönlendirdiği de olmuştur.
17. Soru soranın sorduğu soruyu tekrarlamasını istemiştir.
18. Muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemiştir. Böylece cevap unutulmayacaktır.
19. Bildiği bir husustan dolayı kişiyi imtihan etmiştir ki, bununla doğru cevap vereceği için kişiyi sena etmek, övmek istemiştir.
20. Önünde olan bir olaya karşı susma yolunu tercih etmiştir.
21. Öğretme esnasında meydana gelebilecek imkân ve fırsatları değerlendirmiştir.
22. Latife ve şaka yoluyla öğretmeyi tercih etmiştir.
23. Öğrettiği hususu yeminle tekit etmiş, perçinlemiştir.
24. Öğretilen hususun önemine binaen sözü üç kere tekrar etmiştir.
25. Konunun önemini, oturuşunu ve duruşunu değiştirerek ve sözü tekrar ederek göstermiştir.
26. Cevabı geciktirerek muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlayarak onu uyarmıştır.
27. Muhatabı intibaha sevk etmek için, onun omzundan veya elinden tutmuştur.
28. Muhatabı teşvik için veya onu sıkıntıya sokacak bir durumdan dolayı, bazı hususların gizli kalmasını yeğlemiştir.
29. Söyleyeceği hususun hafızalarda daha iyi yer etmesi veya ezberlenmesi için, sözü kısa ve öz bir şekilde ifade etmiş, daha sonra ise ayrıntılarına geçmiştir.
30. Cevabın birkaç madde ile verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirmek için sayıyı söylemiş daha sonra saymıştır.
31. Va’z etme, nasihat etme ve öğüt verme metodunu kullanmıştır.
32. İnsanların şevklerini kamçılama veya neticesi elem verici hususlardan şiddetle uzaklaştırma (Tergib ve terhib) metodunu kullanmıştır.
33. Kıssa ve geçmiş ümmetlere ve insanlara dair haberlerle öğretme metodunu uygulamıştır.
34. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda önce nazik bir hazırlık süreci hazırlamış ve soruyu öyle cevaplandırmıştır.
35. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda üstü kapalı olarak kinaye yoluyla ve işaret ederek yetinmiştir.
36. Kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi de asla ihmal etmemiştir.
37. Halin gerektirdiği durumlarda öğretme hususunda azarlayıp paylamayı (ta’nif) ve kızmayı (gadab) da ihmal etmemiştir. Ne var ki onun paylaması ve kızması da merhamet yörüngesinde ve ümmetinin selameti için olmuştur.
38. Talim ve tebliğde, kitabeti (yazma metodunu) da kullanmıştır.
39. Yabancı dilleri (mesela Süryaniceyi) öğrenmesi için bazı sahabeleri görevlendirmiştir ki, bu husus da günümüzde dünyanın dört bir tarafında İslam’ın güzelliklerini öğrenmek isteyenlere karşı yapılacak vazifenin çok önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
40. Bizzat kendi mübarek zatıyla talimde bulunmuştur.
Rasûlüllah (sav)’in öğretim ve eğitimi sonucu ortaya çıkan bu prensipler, sahih hadis mecmualarında yer almışlardır. Rasûlüllah (sav)’in ortaya koyduğu öğretim ve eğitim usûlünün amacı; insanoğlu ile Allah’tan gelmiş olan vahyin ilişkisini sağlıklı kılmaktır. Asrımızda İslamî eğitim kurumlarından yetişen talebelerde çoğunlukla tenkit edilen bir husus, onların modern hayat ve bu hayatın doğurduğu ve besleyip büyüterek Müslümanların önüne attığı fikir ve yapılanmalar karşısındaki bigâne tavrıdır. Bu konuda yelpazeyi Türkiye’deki islâmî yapılanmalardan İslâm dünyasındaki yapılanmalara kadar, hatta Batı’da ortaya çıkan marjinal İslâmî cereyanlara kadar genişletebiliriz. Temel kaynakları ve tarihî tecrübesiyle iyi derecede İslâmî ilimler eğitimi alan bir talebenin, bu çağın insanını yanlış yönelimlere karşı uyarıp ona doğru bir istikamet telkininde bulunabilmesi için şüphesiz çağı kurum ve eğilimleriyle tanıması gerekir. Hiç şüphesiz Hz. Peygamber (sav) , ashabını eğitirken vahyi esas alıyordu. İnsanları rahle-i tedrisinden geçirir ve yoğurup şekillendirirken vahyin ilkelerini merkeze alıyordu. Nazil olan ayetleri ilk iman edenlere ulaştırıyor ve ilk muhataplar bu ilkeleri alarak ezberliyor ve hayatlarına aktararak hızlı bir değişim yaşıyorlardı. Sahâbe neslinden Abdullah b. Ömer (r.a.)’den gelen şu rivayet İslâmî öğretim ve eğitim usûlünü özetleyen bir belge gibidir:
“Vaktiyle öyle bir hayat yaşadım ki, o sıralar her birimize Kur’ân’dan önce iman verilirdi. Hz. Peygambere bir sure iner inmez, o surede yer alan helal ve haramları, üzerinde durmamız gereken yerleri öncelikle öğrenirdik. Tıpkı sizin Kur’ân (metnini) öğrendiğiniz gibi. Sonraları öyle kimseler gördüm ki, kendilerine imandan önce Kur’ân veriliyor. O kimse, kitabı başından sonuna kadar okumasına rağmen, emirleri- yasakları nelerdir, üzerinde durulması gereken yerleri nereleridir bilmeden, (en kalitesiz hurma cinsi olan) dakl hurmasının dökülüp dağılışı gibi, Kur’ân’ı parça parça okumakla yetiniyor.(7)
ÖĞRETİM VE EĞİTİM MÜESSESELERİ
Yeryüzünde bütün mü’minler Allahû Teâla’ya imanda, din işleriyle ilgili zaruri bilgide, tevekkülde, kaza ve kadere rıza göstermede ve İslâm için her türlü çileye katlanmada aynı tekliflerin muhatabıdırlar. Aralarında farklılaşma; amellerindeki ihlâs, fedakârlık ve takva noktasındadır. Müslümanların temel hedeflerini; Allahû Teâla’nın her emrini emrettiği gibi üsve-i hasenemiz olan Hz. Muhammed (sav)’in örnekliğinde ve önderliğini esas alarak yerine getirmek ve O’nun rızasını kazanmakla sınırlandırmaları zaruridir. Bu temel hedef ile İslâmî öğretim ve eğitim müesseseleri arasında zaruri bir bağ vardır. Hesap gününe hazırlanan Müslümanların, İslâm’ın temel hedeflerini öğrenmeleri zaruridir. Şemsul Eimme İmam Serahsi (rh.a.)ilmin önemini veciz bir üslûpla ortaya koymuş ve şu tespitte bulunmuştur: “Şüphesiz ki Allahû Teâla’ya imandan sonra en kuvvetli farzlardan birisi de ilim öğrenmektir. Bir hadisi şerifte; “ilim öğrenmek her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır” buyrulmuştur. İlim aynı zamanda Peygamberlerin bıraktığı bir mirastır.“(8) Dolayısıyla Müslümanların farz-ı ayn olan ilmi öğreten İslâmî öğretim ve eğitim müesseselerine ihtiyaçları vardır.
Müslüman insan; Kur’an-ı Kerim’e bağlı olan ve Kur’an’dan her gün dersi olan kimsedir. Allah’ın kitabından dersler yapmak, Müslümanların günlük görevlerindendir. Rabbimiz buyuruyor:
“Derken, onların ardından yerlerine Kitab’a varis olan (kötü) bir nesil geldi. Şu geçici dünyanın değersiz malını alır ve ‘(nasıl olsa) biz bağışlanacağız’ derlerdi. Kendilerine benzeri bir mal gelse onu da alırlar. Allah hakkında, gerçek dışında bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan Kitap’ta söz alınmamış mıydı? Onun içindekileri ders yapmamışlar mıydı? Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç düşünmüyor musunuz?”(9)
“Hiçbir insanın, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah’ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): dersini yaptığınız ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbaniler/Rabbe hâlis kullar olunuz.”(10)
Görüldüğü gibi bu iki ayet-i kerime’de “ders” kelimesi geçmektedir. Medrese dersin yapıldığı yerdir. İslâm medeniyetinde öğretim ve eğitimin yapıldığı müesseseler, ders ve medrese terimleriyle ifade edilmişlerdir. Arapça “Derase” kökünden gelen medrese kelimesi; talebenin ders alıp ilim öğrendiği yer mânâsında mekân ismidir. Umûmî olarak sıbyan mekteblerinin (ilk okulun) üstünde, orta ve yüksek tahsîl yapan bir eğitim ve öğretim müessesesidir. Medrese tâbiri ilk olarak Nişâbûr havâlisinde kurulan eğitim ve öğretim müesseseleri için kullanıldı. Önceki devirlerde bu seviyede eğitim ve öğretim müesseseleri varsa da bunlar için medrese tâbiri kullanılmamıştır. Medresede temel ders kitabı Kur’an’dır. Kur’an’dan sonra da başta hadis/sünnet olmak üzere Kur’an’ı açıklayan, Kur’an’ın uygulamasını güne ve gündeme taşıyan kitaplardır.
İslâm dünyasında, medreselerin kuruluşundan önce de eğitim ve öğretim faaliyetleri devam ediyordu. Fakat bu faaliyetler, belirli ve özel bir yerde değil; mescit, küttâb ve bilginlerin evleri, kitapçı dükkânları vs. gibi değişik ve farklı yerlerde oluyordu. Bu bakımdan, İslâm dünyasındaki eğitim ve öğretim faaliyetlerini medrese öncesi ve medrese dönemi olmak üzere iki safhaya ayırmak gerekir.
Medrese, İslâm tarihinin belli döneminden sonra eğitim ve öğretim kurumlarının genel adı olarak anılmaktadır. Medrese Arapça bir kelime olup ‘d.r.s.’ kökünden gelen ism-i zaman, ism-i mekân sığasındadır. Sözlükte ders kelimesi; ‘okumak, anlamak, bir metni öğrenmek ve ezberlemek için çaba sarf etmek’ anlamına gelmektedir. Medrese ise bu dersin yapıldığı mekân anlamına gelmektedir. İslam tarihinde ilk medreselerin ne zaman kurulduğuna dair muhtelif görüşler bulunmaktadır. Ancak kesin olan bir şey varsa o da Mekke’de Darul-Erkam’da, Medine’de Mescid-i Nebevi’de bulunan Suffe’yi model olarak medreselerin başlangıcı kabul etmekteyiz. Müstakil medrese binalarının inşasından sonra bile camiler ve mescitler İslâm tarihi boyunca medrese gibi ilim mekânları olarak kullanılmıştır. Medreselerin gelir kaynaklarını teşkil eden vakıflar, Selçuklular zamanında kurulan bu müesseselerin işlemesini sağlayan başlıca faktörlerdir. Medrese vakıfları, bu dönem için büyük bir yenilik sayılmaktadır. Zaten Nizamiye medreselerinin orijinalliği de buradan ileri geliyordu. Devamlı bir gelir kaynağına sahip olan medreseler, yalnız ilmî ve idarî muhtariyete değil, aynı zamanda malî muhtariyete de sahip bulunuyorlardı. Böylece bu medreseler, yüksek eğitime tahsis edilmiş bağımsız binasıyla, medresenin emrinde yardımcı bir müessese olan kütüphanesiyle, aldıkları maaşlarla geçim kaygısından uzak olarak kendilerini mesleklerine veren öğretim üye ve yardımcılarıyla, aldıkları burs ve kaldıkları yurtlarla kendilerini ilme verme imkânını bulan öğrencileri ile yalnız o dönemde değil, hatta bugünün şartları içinde dahi ileri düzeyde ilim yapan müesseseler sayılabilirler.(11) Bu nedenle diyoruz ki; ilmî, idarî ve malî muhtariyete sahip olmayan medreselerde Allah rızası için ilim öğrenilmez ve öğretilmez. Bir yerdeki medreselerin ilmî, idarî ve malî muhtariyetleri cahil ve cühelanın, kibir sahibi murailerin elinde bulunuyorsa orada derse ve medreseye ihanet edilmiş demektir. Dersin ve medresenin ihanete uğradığı yerde ilim tahsil edilemez!
Asr-ı Saadette hayatın bütün kılcal damarlarına nüfuz eden İslâmî öğretim ve eğitim faaliyetleri; ilmî, idarî ve malî muhtariyete sahip oldukları için her kesimden insanı kuşatan çeşitlilikte idi. Mescitlerin yanında küttap ve daru’l-kurra adı verilen başka eğitim kurumlarının varlığı da bilinmektedir. İsimlerine cahiliyye döneminde de rastlanan(12) küttapların, İslâm dininin ilim tahsilini teşvikiyle kasaba ve köylere kadar yayıldığı ve buralarda sayıları binlere varan talebelere eğitim verildiği bilinmektedir. Mesela bu dönemde Dahhak bin Müzahim’in (v. 105 h.) idare ettiği küttaplardaki talebe sayısının üç bine vardığı ve talebeleri denetlemek üzere binek kullandığı rivayet edilmektedir. Yine hicrî ikinci asırda, İbn-i Havkal’ın tespitiyle, sadece Sakliya’ya bağlı Balarm şehrinde üç yüz kadar küttap bulunduğu bilinmektedir.(13) Medreselerin kuruluşundan sonra da faaliyet gösteren küttaplar, çocuklara medrese öncesi okuma-yazma eğitiminin verildiği ilk mektepler konumundadır. Kaynaklarda genel okuma-yazma eğitiminin dışında sadece Kur’an eğitimine hasredilen bir eğitim kurumu olarak Daru’l-Kur’ân’lardan da söz edilir. Örneğin hicrî birinci asrın sonlarına doğru Ebu’l-Kasım el-Belhî’nin muallimlik yaptığı ve çok sayıda öğrencisinin bulunduğu bir Daru’l-Kur’ân’ın varlığından haberdarız. Ayrıca Medine’ye hicretin ardından Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde kurulan Suffa’yı özel olarak zikretmemiz yerinde olur. Suffa başta fakir muhacirler olmak üzere kendini ilme verenler için yapılmış hem bir barınak hem de bir eğitim müessesesidir.(14) Suffa’da yaklaşık olarak yetmiş sahabinin kaldığı belirtilmekte ve burada eğitim gören sahabilerin İslâm’a yeni giren kabilelere muallim olarak gönderildiği bildirilmektedir.(15) Dolayısıyla Müslümanların tarihinde mü’mince bir niyetle bir hayli öğretim ve eğitim müessesesi oluşturulmuştur. Bunlardan süreklilik arz edenlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Küttablar: Bazı belgelerden Hz. Peygamber devrinde çocuklara bilhassa okuma yazma öğretilen Küttablar açıldığı anlaşılmaktadır. Mesela Ümmü Seleme (r.anha) , Küttab mualliminden kendisine yardım etmeleri için birkaç çocuk istetmişti. Çocukların başta okuma yazma olmak üzere, ahlâk ve Kur’an eğitimi aldıkları bu kurumlar, matematik gibi günlük hayatta lazım olabilecek derslerin de içinde bulunduğu müfredatı içermekteydi.
Daru’l-Kurra: Suffe’nin öğretim için yetersiz kalması üzerine Medine’de bazı evlerde Daru’l-Kurra denilen okullar açılması yoluna gidilmişti. Rivayete göre Mahreme b. Nevfel’in evinin bir kısmı ya da tamamı Kur’an öğretimine tahsis edilmişti. Daru’l-Kurra denilen bu eve, Bedir savaşından biraz sonra Medine’ye gelen Abdullah b. Ümmü Mektum misafir olmuştu. Sonradan camiler dışında din eğitiminin ilk örneği olarak bu ev hatırlanacaktır.
Camiler: Yaygın eğitimin merkezleri sayılır. Vaaz ve nasihatlerin yapıldığı, her kesimden insanın düzenli giderek fikren beslendiği mekânlardır. Sadece ibadet yapmakla sınırlı olmayan camiler çok yönlü işleve sahip bulunuyordu. Her cami kendi bünyesinde bir külliye de oluşturarak çok amaçlı eğitim vermekteydi. Her seviyeden eğitimin verildiği yerler olma özelliğini son zamanlara kadar koruya gelmiştir. Her türlü ilmi çabaların ve tartışmaların yapıldığı, yaygın eğitim mekânlarıdır. İslam ilimlerinin yanında muhtelif bilimlerin de üretildiği ve aktarıldığı yoğun entelektüel faaliyetlerde bulunulan mekânlar olma özelliğini de koruya gelmiştir. Camilerdeki eğitim/öğretim faaliyetleri medreselerin kurulmasına kadar çok yaygın idi. Medreselerden sonra, camilerdeki eğitim giderek azalmıştır. Ancak seyrek de olsa bazı İslam ülkelerinde bu gelenek hala devam etmektedir.
Âlimlerin Evleri: Âlimlerin evleri doğal eğitim merkezleri idi. Çünkü âlimin varlığı, o mekânın birer ilim merkezine dönüşmesi için yeterliydi. Öğrencilerin ve hocaların hizmetinde bulunanların varlığı hocaların evlerini doğal eğitim merkezleri haline getiriyordu.
Sahaflar: İlmi araştırmalar, kitaba olan ilgiyi arttırmış ve böylece kitap satış merkezleri kurulmaya başlanmıştı. Kitabın yoğun bir şekilde bulunduğu kitapçı dükkânları da doğal eğitim merkezleri haline geliyordu. Çünkü kitapların çoğaltılması, yeni telifler ve yeni düşünceler, ilim taliplilerinin uğrak yeri haline getiriyordu. Genelde kitapçılarda müzakere ve mütâlaa amaçlı okuma yerleri de bulunur, sözlü sohbet ve tartışma geleneği buralarda da devam ederdi. Bugün de bazı kitabevleri düşüncenin ve İslami ilimlerin konuşulduğu, tartışıldığı ve literatürün tarandığı merkezler olma işlevini sürdürmektedir.
Kütüphaneler: En temel eserlerin bulunduğu önemli araştırma merkezleri olan kütüphaneler, bugün olduğu gibi dün de en temel ilim merkezlerinin başında geliyordu.
“Dâru’t-tib“, “Dâru’s-sifa“, “Dâru’ş-şihha“, “Dâru’l-merza“, “Şifahâne“, “Mâristan“, “Bimaristan“, “Dâru’l-Âfiye” ve “Bimarhane” gibi isimlerle İslam dünyasında anılmakta olan tıb eğitim ve öğretimi veren kurumlar vardır. Bu kurumlar eğitim ile tedavinin birlikte yürütüldüğü önemli müesseselerdir. Bu müesseselerden yola çıkarak unutturulan vasıflarımızı tekrar hayata geçirmek için yapılması gereken eylem planı olan Kur’an, Sünnet, İcma-i ümmet, Kıyas-ı fukaha ve sahabenin hayatı, pratiğe geçirecek çağın örnek nesli olmayı arzu eden Müslüman şahsiyetleri beklemektedir. İslâmî öğretim ve eğitim müesseseleri oluşturulmadan, güne ve gündeme taşınmadan Müslüman kimliği ve kişiliği muhafaza etmek mümkün değildir. Yeri gelmişken şunu da beyan etmekte fayda vardır: İlim farizasını ihya etmek Müslümanlar tarafından oluşturulan müesseselerle kayıtlanamaz. Allah’ın Kitab-ı Kerim’ine göre kâinatın kendisi bir medrese, bir üniversitedir. İslâmî ilimleri şu veya bu medrese ile mukayyed görmek yanlıştır. İslâmî öğretim ve eğitim müesseseleri ilmi tekelleştirmek için değil, daha düzenli hale getirmek içindir!
Sahih olmayan yanlış anlayışlarla oluşturulan müesseseler bizi meşru olan faaliyetlerimizden uzaklaştırabilirler. Bu nedenle diyoruz ki; Müslümanlar, yozlaşmış ve hurafelerle örülmüş inanç yığınlarının altından çıkmadıkça Rasûlüllah (sav)’in örnek ve önderliğinde yaşanmış İslâm’la tanışıp onu sahâbe, tabiin ve tebe-i tabiinin minhacı üzere hayata geçirmedikçe ne bilgi ve bilimin önemini kavrayabilecek, ne de yarının tehlikelerine karşı korunabileceklerdir. Dolayısıyla bilgi ümmetinin yeniden yapılandırılması için kaçınılmaz bir zarurettir. Bu görev ise İslâm âlimlerine düşmektedir. İçtihad, zühd, takva ve evrensellik bahaneleriyle; vatanseverlik, tarihe, geleneklere ve atalara saygı alışkanlığıyla ya da çağdaşlık kompleksiyle çarpıtılmış kurumlarımızın ve içi boşaltılmış olan kavramlarımızın Kur’an ve Sünnetteki anlamlarını yeniden kazanmaları, âlimlerimizin cesur ve kararlı çalışmalarıyla sağlanabilir. Cahil ve cühelanın eliyle İslâmî öğretim ve eğitim müesseseleri oluşturulamaz. Kavmi duygularla oluşturulan müesseseler İslâmî motifler taşısalar da dünyada yalanı yaymaktan öteye geçemezler.
___________________
(1) Sahih-i Buhari, İlm, 10; Sünen-i Ebû Davut, İlm, 1; Sünen-i Tirmizi, İlm,19; Sünen-i İbn Mace, Mukaddime,17
(2) Tâhâ Sûresi/49-50
(3) Tîn Sûresi/4
(4) TînSûresi/5
(5) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, 17, No: 229; Ayrıca bk. Sahih-i Müslim, Talak: 4
(6) Çelebi, Katip, Mîzanu’l-Hak fî İhtiyari’l-Ehak, Sh: 48,Kostantıniyye, 1306
(7) Said Havva, el-Esas fi’s-Sünne, C:7, Sh: 342
(8) El Mebsut (İmam Serahsi) C:1, Sh:2, Mısır/
(9) A’raf Sûresi/ 169
(10) Âl-i İmran Sûresi/ 79
(11) Nâci Ma’rûf, Ulemâu’n Nizâmiyât ve Medârisu’l-Maşrıkil İslâmî, Bağdat 1973, Sh: 12-13
(12) Muhammet Accâc El-Hatip, Lemehât fi’l-Mektebe ve’l-Bahsi ve’l-Mesadir, Sh: 30
(13) Kamil Haydar, el-İmaratü’l-İslamiyye, Sh: 14
(14) İbn-i Sa‘d, et-Tabakatü’l-Kübra, c. 1, Sh: 196
(15) Ekrem Ziya el-Ömerî, el-Muctemeu’l-Medenî, Sh: 92
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.